Her şey Fehmi Koru'nun bir yazısı ile başladı. Koru, iktidarın kaybetme ihtimaline karşı Gül formülünü devreye sokabileceğini söyledi.
Formül açıktı; parlamenter sisteme geçilecek, Cumhurbaşkanı'nın yetkileri azaltılarak Başbakan'a devredilecek, Erdoğan Başbakan olarak devam edecekti.
Ama zaten sorun Erdoğan'ın yönetim tarzı değil miydi?
Bütün yetkiler aynı kişide olduktan sonra parlamenter sistemle başkanlık sistemi arasında ne fark var?
Kötü bir sistem, iyi yöneticilerin elinde -kötü taraflarından- arındırılabileceği gibi, iyi bir sistem de kötü yöneticilerin elinde tahrip edici bir silaha dönüşebilir: Misal Kuzey Kore.
Kuzey Kore, dünyanın en demokratik anayasalarından birine sahip, ama kağıt üzerinde yazılanlarla sahada uygulananlar arasında hiç bir benzerlik yok.
Bizim şansızlığımız hem kötü bir sisteme, hem de kendi yararını kamu yararından üstün tutan yöneticilere sahip olmamız.
Böyle bir kadronun eline, dünyanın en demokratik anayasasını bile verseniz değişen bir şey olmaz. Onun için sistem değişikliği yetmez, Erdoğanizm'in de tasfiye edilmesi gerekir. Kötü bir sistemi daha da kötü hale getiren Erdoğanizm'dir.
Gül formülünün arkasında şu hesap yatıyordu; Gül aday olursa, SP mecburen Cumhur ittifakında yer alacaktı. Çünkü geçen seçim, SP Gül'ün adaylığını teklif etmiş, ama Gül Cumhurbaşkanlığı mazbatasının cebine konulması şartıyla, yani herkes beni desteklerse evet derim demişti. Herkes evet demeyince o formül yatmıştı.
Bir diğer sebep de, DEVA partisinin Gül'ün partisi gibi değerlendirilmesi, Gül aday olursa DEVA'nın da çantada keklik gibi görülmesiydi.
Koru'nun yazıdan çok Saray'a mektup anlamı taşıyan yazısı üzerine uzun uzun analizler yapıldı. Fakat tek konuşmayan kişi eski Cumhurbaşkanı Gül'dü. Gül, bu yazının, Koru her ne kadar iyi niyetle yazmış olsa da tersi sonuçlar doğuracağını anladı. Amaç, Gül'ü Cumhurbaşkanlığına taşımak değil, adını Cumhur ittifakı ile çıkarıp başka tarafa gitmesini engellemekti. Hani bir söz vardır,bir erkekle adı çıkmış bir kadına kolay kolay başka erkekler talip olmazlar diye. Gül'ün Cumhur ittifakı ile adını çıkararak önünü kestiler.
17/25 ARALIK DAVASI
17/25 Aralık sürecinin Çevre Şehircilik bakanı E.Bayraktar 8 yıl sonra bir defa daha konuştu. Kendisi ile ilgili bütün tapelerin, belgelerin, dinleme kayıtlarının doğru olduğunu, montaj olmadığını söyledi.
Bayraktar, o süreçte de ne yapmışsa başbakan Erdoğan'ın emriyle yaptığını söylemiş, istifa etmesi gereken biri varsa o da Erdoğan'dır demişti. Şimdi daha önemli bir şey söyleyerek o görüntüleri, belgeleri, telefon kayıtlarının tamamını doğruladı. Halbuki Savcılık o belgelerin sahte ve montaj olduğunu kabul ederek kovuşturmaya yer olmadığına karar vermişti.Şimdi şüphelilerden biri her şey doğruydu, beni hırsızlarla aynı torbaya koydular diyor. Böylece diğer bakanlar hakkındaki hırsızlık suçlamasını doğruluyor. Bu saatten sonra yargının bu telefon kayıtları belgeler doğrudur diyen birine hayır montajdır deme imkanı kalmamıştır.
Takipsizlik kararı verilen dosyalarda zamanaşımı süresi içinde yeni delillerin ortaya çıkması halinde her zaman dosyanın yeniden açılması mümkündür. Bayraktar, itirafta bulunuyor, her şey doğruydu diyor. Zarrap Amerika'da o görüntü ve kayıtların hepsini doğrulamış kime rüşvet verdiğini isim isim açıklamıştı. Dünya tarihinde belki de ilk defa AKP hükümeti bir suçlu için Amerika'ya nota vermişti. Çünkü o konuştukça ve o konuşmalar Türkiye'ye yansıyınca neler olacağını biliyorlardı.
Evet,Gülen örgütü iktidarı düşürmek için bir kumpas yaptı. Ama kumpas, olmayan suçlamalar üzerine kurulu değildi. 17/25 Aralık'ta birçok kişinin pozisyon almakta gecikmesinin nedeni de rüşvetin, yolsuzluğun ayan beyan ortada olmasıydı. İktidarın, ya o taraf ya bu taraf resti, hırsızlardan mı yoksa polislerden mi yana olmak şeklinde anlaşılmıştı.
Şimdi yargıya düşen eğer bu ülkede adaletin a-sı kaldıysa bu dosyayı yeniden açmak, Türk devletini para için Zarrab'ın önüne yatıranları layık oldukları yerde yatırmaktır. Ya adalet diyerek devleti kurtaracağız, ya iktidar diyerek adaleti ve devleti feda edeceğiz.