Bir ülkede devletin bekâsı ve milli güvenliğinin tehdit altında olduğu dönemlerde, güvenlik endişesi her şeyin önüne geçer. Böylesi dönemlerde toplumu kolayca idare edebilmek için muktedirler tarafından oluşturulan psikolojik bir atmosferle "hak, hukuk ve adâlet" sözleri veya arayışları, genellikle ve geniş kesimler tarafından fantastik talepler gibi karşılanır.
Oysa ki, bir toplum ve devletin en güçlü olduğu zamanlar, karar ve uygulamalarında toplumsal bünyeyi sağlamlaştıracak şekilde hukuka uygun davrandığı ve adaletin tecelli ettirildiği dönemlerdir.
Aksine, karşılaştığımız en müşkül meselelerde bile adâletsizlik duygusu uyandıracak her karar ve icraat, vatandaşlar nezdinde devlete "aidiyetin" çözülmesine, kurumlara güvensizliğin azalmasına ve genelde de sisteme karşı "yabancılaşma" duygusunu artırmaktan başka bir işe yaramaz...
Hepimiz hatırlayalım; hayatımızda muhatap olduğumuz en küçük adâletsizlik karşısında bile nasıl bir infiâle kapılırız... Toplumların yaşadığı yoksulluk, işsizlik gibi haller bile "adâletsizlikle" iç içe geçmemişse katlanılabilir, tahammül edilebilir hale gelebilirken, toplumda haksızlık, adâletsizlik algısının artması kadar, katlanılamaz, tahammül edilemez "yıkıcı" başka bir etki ve duygu söz konusu bile değildir.
Bütün bunları niye yazıyorum; 15 Temmuz darbe girişimi ve vatanın bütünlüğüne yönelik bölücü terörün azdırıldığı bir dönemde, bu badirelerden çıkmak için "millî birlik, bütünlük" fikrinin yapıştırıcılığına başvururken, hukuk ve adâlet arayışını kolayca ihmal etmek eğilimini taşıyoruz..
Bu fikrin etkisinin geçici olarak kalmaması ve "milli birlik" düşüncesinin kolayca tüketilmemesi için, devletin uygulamaları kapsamında hukuk ilkeleri doğrultusunda "adâlet" fikrini zaafa uğratmamalı, aksine toplumsal dayanışmayı artıracak şekilde sonuna kadar "hak ve adâlet" duygusunu güçlendirmeliyiz.
Adâlet duygusunun güçlendirilebilmesi için, bağımsız ve tarafsız yargının iyi çalışması kadar, devletin uygulamalarında ayrımcılığı, taraf tutmayı önleyecek şekilde, liyâkat, ehliyet ve eşit muamele ölçülerini de sonuna kadar gözetmeliyiz.
Aksi durumda ne kadar kuvvetli bir şekilde "MİLLÎ BİRLİK, BÜTÜNLÜK" lafları edersek edelim, ülkenin bütünlüğü ve milletin birliğini kendi ellerimizle tehdit ve tehlike altına sokmuş oluruz.
Soruları çaldırılmış bir KPSS sınavına girmiş ve istikbaliyle oynanma haksızlığına uğramış veya iş başvuruları için "nasılsa kimin alınacağı bellidir" diye düşünen bir gencin, yaşadığı ülkeye yeteri kadar bağlılığını millî ve hamâsi sloganlarla sağlayamazsınız. Evrensel hukuk ilkeleri doğrultusunda adîl yargılama hakkı ihlâl edilecek şekilde, suçsuz insanları, suçlulardan ayıramıyor ve haksızlığa yol açıyor iseniz, bu yıkıcı adâletsizlik duygusunu hiç bir şekilde telâfi edemezsiniz.
Servet ve zenginliğin kaynağı olarak çalışmak, üretmek yerine, devlete yakın olmak gerektiği fikrini yıkamazsanız, adâletsizlik duygularını artırmış ve aksine zenginlik için, üretmek gerektiğine inanan bir topluma ve sağlıklı bir ekonomiye sahip olamazsınız.
Özetle; Bir toplumu "adâletsizlik" uygulamaları kadar derinden ve köklü olarak tahrip edecek başka da kötü bir duygu bulunmamaktadır.
DEVLETİN BEKÂSI VE MİLLETİN BİRLİĞİNİN yegâne teminatı; toplumsal mutabakatla üretilmiş demokratik bir meşrûiyet ve hukuk içinde kalarak yönetme yetkisini kullanmaktan ve her alanda "adâlet" üretmekten geçmektedir.
BU SEBEPLE YENİ VEYA ESKİ HER SİYASİ HAREKETİN BU TEMEL İLKELERİ GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURMASI GEREKMEKTEDİR.