Bahçeli’nin HDP’nin kapatılmasına yönelik açıklamaları devam ediyor. Siyasi Partiler kanununda herhangi bir parti hakkında dava açılabilmesi için, mecliste grubu bulunan bir partinin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına müracaatının (m.100) kafi olduğu yazıyor. Bahçeli bu yola başvurmayarak kamuoyuna konuşmayı tercih ediyor.
HDP’nin PKK ile iltisakı olduğu kesin, bunu zaten parti yöneticileri de inkar etmiyor. Ancak bu yeni bir durum değil, Çözüm Sürecinde HDP’nin Kandil ve İmralı ile ilişki kurmasına bizzat o günkü hükümet ön ayak oldu. Diyarbakır’daki Nevruz gösterilerine Öcalan’ın mektupları hükümetin izniyle taşındı. Görüşmeler için Kandil’e HDP milletvekilleri Hükümetin teşviki ile gitti. HDP’nin cüretini, o günkü hükümetin akıl, izan ve tarihi perspektiften mahrum siyaseti artırdı. Şimdi Bahçeli bütün bunlara çanak tutmuş ortağını –kendi düşüncesi ile- aynı noktaya getirmeye çalışıyor. Bahçeli’nin çıkışları biraz da ortağını ikna etmeye matuf.
Peki, ortağı AKP buna evet diyebilir mi? Bu, hangi politikanın ülkeye fayda getireceğinden ziyade AKP’nin ne kazanacağına bağlı. AKP, bugüne kadar politikalarını doğruluk/yanlışlık veya ülkeye ne getirir, ne götürür kriterine göre belirlemedi. Hep Parti ne kazanır ne kaybeder ölçütünden hareket etti. Yine öyle mi eder, ortağına mı uyar bunu zaman gösterecek. Ben, günün birinde otoriterleşme yönündeki adımları, MHP’nin üzerine yıkarak kenara çekileceğini düşünüyorum.
Ancak AKP’nin terör sorununda hiçbir zaman rasyonel bir politikası olmadı. Meseleye hep Cumhuriyetin kurucularına olan ön yargılarının penceresinden baktı, onlar yapmışsa yanlıştır gibi bir ön kabul ile hareket etti. Bu sorunun Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkmış bir sorun olduğu yanlışına düştü, politikalarını belirleyen de bu ön yargılar oldu. Oysa daha Cumhuriyet ortada yokken Kürtçü dernekler vardı.
Self-Determinasyon, Ayrılma Girişimleri ve Kürtler isimli kitabımda, bu konuya geniş yer ayırmıştım. Oradan bir iki aktarma yapmak istiyorum. Daha Erdoğan RP il başkanı iken 1991 yılında Mehmet Metiner’e bir rapor hazırlattı. Metiner raporunda; Doğu veya Güneydoğu sorunu olarak adlandırılan sorunun aslında Kürt Sorunu olduğunu, bölgenin kadimden beri Kürdistan olarak adlandırıldığını, bölge halkının PKK terörü ile devlet terörü arasında sıkışıp kaldığını, bölgenin bilinçli olarak geri bırakıldığını, Kemalist paradigmadan vazgeçilerek Kürt Kimliğinin tanınması, ana dilde eğitimin sağlanması ve yerel parlamentoların oluşturulması gerektiğini yazdı. Refah Partisi de 1994-1996 yıllarında başta Altan Tan olmak üzere çeşitli kişilere benzer raporlar hazırlatmış, sorunu Kürt Sorunu olarak kodlamıştır. 1996 raporunda; valilerin göreve seçimle gelmeleri, il meclislerinin eyalet meclislerine dönüştürülmesi savunulmuştur. Metiner’in yerel parlamentolar oluşturulmasına yönelik raporu ile 1996 tarihli rapordaki eyalet meclisleri talebi bir nevi federalizm talebidir. Bugün PKK/HDP çizgisi de –demokratik özerklik-adı altında kendine bir egemenlik alanı isteyerek aslında bu raporlarla paralel taleplerde bulunmaktadır.
Bu raporları yazan iki kişiden Metiner’in HADEP Genel Başkan yardımcılığı, Altan Tan’ın HDP’den milletvekiliği yapması, Marksist PKK’nın talepleri ile İslamcı Metiner ile Altan Tan’ın meseleye bakışları arasında –terör- dışında çok fazla farklılığın olmadığını göstermektedir. Metiner, açıkça terörü reddederken, Altan Tan, milletvekilliği boyunca açık tavır koymaktan kaçınmış, azdan az çoktan çok gider, kurşun adres sormaz gibi ifadeler kullanmaktan kaçınmamıştır.
AKP’nin meseleye bakışını bu ve benzeri raporlar oluşturmuştur. Erdoğan, 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı, etnik vurgulara ağırlık veren konuşmasında; …Kürt kelimesini Gazi Mustafa Kemal’in nutuklarında görecekler, mecliste görecekler, zabıtlarda görecekler… Osmanlı’ya gittikleri zaman Doğu ve Güneydoğu’nun Kürdistan Eyaleti, Doğu Karadeniz’in Lazistan eyaleti olduğunu görecekler… diyerek soruna hangi zaviyeden baktığını göstermiştir. Başka konuşmalarında da zaman ve şartların değişmiş, dünyanın başka bir toplumsal birime evrildiğini görmeyerek, eyalet gerçeğine dikkat çekmiş, bu düşüncesini Osmanlı referansı ile temellendirmeye çalışmıştır.
2015’te PKK’nın Devrimci Halk Savaşı ilan etmesi ile birlikte terörle mücadelede farklı bir boyuta geçilmiş, ancak bölücülük ve PKK’nın ayrı bir iktidar alanı oluşturma çabalarına karşı ciddi bir çalışma yürütülememiştir. Çözüm sürecinin buzdolabında tutulması, kamuoyundan gizli yürütülen görüşmeler, etnik ayrılıkçıların umutlarını hep canlı tutmuştur. Şimdi Bahçeli, Cumhur ortağından bu kültürü bırakıp kendi taleplerine uygun davranmayı beklemektedir. AKP, ya şimdiye kadar oluşturduğu –Kürt politikasından- vazgeçecek, yahut ortağından vaz geçecektir. Ne ve kimden vazgeçeceğini anketler belirleyecektir. Kim bilir, belki Bahçeli ortağını evet demeyeceği bir politikaya mecbur ederek partisini baraj altına iten bu ortaklıktan kurtulmak istemektedir. Bekleyelim, görelim.