Başlık Mümtaz'er Türköne'nin son kitabının adı.
Yetmişli yılların olayları ile ilgili çeşitli yayınlar yapıldı. Bunların çoğu objektiflikten uzak, taraflı çalışmalardı. Bir tarafın penceresinden öteki tarafa bir gömlek giydirmek için yapılmışlardı. Etkileri de sınırlı oldu.
Dününü bilmeyen bugününü anlayamaz. Bugün yolumuzu bulmak, yönümüzü doğru tayin etmek istiyorsak, dünü doğru anlamak zorundayız.
12 Eylül'ü daha çok Marksist sol çalıştı. Yaşadıklarını, yaşamadıklarını, kavgalarını, özlemlerini yazdılar. Dönemin bütün olaylarını ülkücülerin üzerine yıkmaya çalıştılar. Eski hastalıklarını sürdüler. Geçmişte silahla yaptıklarını kalemle yapmaya devam ettiler.
Başkalarını yargılamak kolaydır, keşke bunun yerine kendilerini yargılasalardı. Bu daha faydalı olurdu.
Ülkücüler de o kavgalı dönemi anlatan birkaç eser verdiler. Ama hiçbir zaman geçmişi sorgulamadılar. Geçmiş bakir, dokunulmaz, kutsal bir alan olarak kaldı. Kendi mücadelelerini, duygularını, hassasiyetlerini anlatırlarken haklıydılar ama büyük fotoğrafı ya görmediler yahut görmeyi yaşadıklarına gelecek bir leke olarak görüp susmayı tercih ettiler. Oysa bu fotoğrafı görmeden yaşanan hiçbir şeyi anlamlandırmak mümkün değil.
İşte Türköne romanında büyük fotoğrafı görmeye çalışmış. Küçük, sınırlı olayların 1978 yılı Mart ayından itibaren birden bire tırmanmasına odaklanmış. O yıl TSK'nın geleneklerine aykırı olarak Kara Kuvvetleri Komutanı değişmiştir. Türköne buna bir mim koyar, kitabın ilerleyen sayfalarında bu değişimi, olaylardaki tırmanışın bir nedeni olarak görür.
Romanın merkezinde Ülkücü Kamil, Mesut, devrimci Bülent, Aynur gibi isimlerle, büyük fotoğrafın esas aktörü ve üçüncü tarafın görünür yüzü Sökmen Yarbay vardır.
Kamuoyu, olayları sağ-sol veya ülkücü-komünist mücadelesi olarak görürken, gölgede kalan üçüncü tarafı bir türlü görememektedir. Olayların tavsadığı, durduğu, gevşediği yerde, bu üçüncü taraf, devreye girerek durulan olayları yeniden başlatmakta, misilleme mantığını harekete geçirerek kavganın alevlenmesini sağlamaktadır.
Romanın gelişimi içerisinde tırmanan olaylar birçok ismi alır götürür. Ölümler, öldürmeler olağanlaşır. Konuşma, diyalog kurma imkanları yok edilir. Üçüncü bir el olayları büyütmek, yaymak, topumu bezdirmek için elinden geleni yapar. Hapishaneler ülkücü ve devrimcilerle dolar. İşkenceler, devletin bekasına odaklanan ülkücülerin devleti, ülkücüleri işkence hanelerde görmek, ülkücülere faşist ve ABD uşağı etiketi yapıştıran bazı devrimcilerin ülkücüleri anlamasına neden olur. Ülkücüler derin yapının uzantısı ise niye işkence görmektedirler? Bu soru, gerçeğe açılan bir pencere olur. Ama her şey için o kadar geçtir ki, artık olaylar engellenemez, duygular frenlenemez bir noktaya gelmiştir. Uyanın diyenler ajanlıkla, hainlikle, korkaklıkla, sisteme teslim olmakla suçlanır.
Peki olaylar birdenbire niçin tırmanmıştır?
12 Darbesinden sonra 2.Ordu Komutanı Bedrettin Demirel’in bir sözünü hatırlatmakta fayda var:" Biz darbeye 1978 yılında karar verdik, şartlar olgunlaşsın diye bekledik."
Görünmeyen tarafın görünen yüzü Yarbay Sökmen-ki sonradan bu ismin takma olduğu anlaşılacaktır- Mart 1978'de birdenbire artan olayları şöyle açıklayacaktır: "Biz devlet diye bir dine inandık... ona kulluk ettik...Yaptığımız şey devleti kurtarmak adına devletin ihtiyaç duyduğu düşmanları üretmekti. Şeytan sıfatıyla görev yaparken halkın önüne atmak için günah keçileri yarattık. Sol ve sağ örgütler işte bu günah keçileri oldu. Yani sağ ve sol adına icraatlar yaptık. Eh ne diyeyim, objektif şartlar elverişliydi...Hainlerden, düşmanlardan korunacak bir devlet olmasaydı biz ne işe yarardık. Bizim varlığımız devletin hep beka sorunu yaşamasına bağlı. Biz devletiz, vatanın bize ihtiyacı olmasa da bizim kurtarılacak bir vatana ihtiyacımız var. Hastalığın, açlığın, sefaletin, savaşın uğramadığı bir ülkede ne Tanrı'nın ne de kralın sözü geçer. Bize hakkından gelebileceğimiz sorunlar lazım. Ölüme çare bulunsa Tanrı'yı kim takar?"
Kitapta o günün ülkücü ve devrimcilerinin teşkilat içi yapıları, dostlukları, muhabbetleri güzel bir olaylar örgüsü ile anlatılmış. 12 Eylül gençliğinin acıları, sevinçleri, hayalleri içinde yaşayan biri olarak ustalıkla resmedilmiş.
Kitabı değerli kılan, hayal ve kurgudan ziyade gerçeğe dayanması. Kitabı okudukça o günlerin psikolojisine gömülüyorsunuz. Türköne de o günlerin yabancısı değil, kardeşi Mustafa Türköne'yi o dönemde şehit verdi, o dönemde hapishane ve işkence ile tanıştı. Kitabın birçok yerinde o tanıklıkları hissediyorsunuz. Anlatımlar onun için canlı ve son derece sahici.
Bugünden farklı bir gelecek yaratmak isteyen, tuzağa düşmek istemeyen gençlerin mutlaka okuması gereken bir roman. Aşkları değil, davaları olan saf ve samimi bir neslin romanı. Onun için herkese çok kolay inandılar ve gözlerini kırpmadan ölüme gittiler. Binlercesi sokaklarda vuruldu, on binlercesi hapishanelerde solduruldu. Ahhh Eylül’ün çocukları...
Yazıyı Churcill'e ithaf edilen bir sözle bitirelim: Churcill'e Çanakkale savaşını kaybettiniz diye sorulur, Churcill: "Evet ama biz de Türklerin gençliğini, çiçeklerini yok ettik, kolay kolay doğrulamazlar" der.
Her on-on beş yılda yapılan da budur: Türkün çiçeklerini koparmak.
Oysa ne demişti Şeyh Edebali:" İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!"