Allah Sağlıklı uzun ömürler versin, şu anda doksanın üzerinde yaş almış olan anacığım yıllar önce memlekete gittiğim bir sırada, evde bir yeri göstererek, “Oğlum şuraya kefen paramı koydum. Kardeşinin haberi var, sen de bilmiş ol” demiş, bizden önceki neslin huyunu bilmeme rağmen doğrusu biraz şaşırmıştım. Oysa kefen bezini bile alıp koymuş, “kefen parası” diye ayırdığı ise cenazesinin ortada kalmaması için koyduğu para imiş. Onlar, bizler ve hele de yeni nesiller gibi günü yaşayan kimseler değillerdi. Yokluk içinde yaşasalar bile kabir hayatları için de hazırlık yapıyorlardı.
Günümüzde ise evleri, aileleri, köyleri, şehirleri, kısacası hükümeti ve devleti o nesil yönetmiyor. Hani “Mirasyedi evlatlar” vardır; atadan babadan kalma ne var ne yoksa satıp savarak har vurup harman savururlar ve sonra bir kara gün gelip çatınca, bir felakete uğrayınca ne yapacaklarını şaşırırlar ya geçen zaman içinde gelen nesiller işte bunun örneklerini veriyor.
Bir aile içinde yaşanan mirasyedilik o aileyi ilgilendirir. Sıkıntıyı daha çok o ailenin fertleri ve biraz da yakın çevreleri çeker ama mirasyedilik devlete sirayet ederse bütün milletin çekeceği vardır.
Devlet idaresi kolay iş değildir. Bırakın büyük hataları, yönetenlerin en küçük yanlışları bile milleti yakabilir, devletin geleceğini ipotek altına alabilir. Dünya devletlerine ve milletlerin hayatına baktığımızda bunun tipik örneklerini görebiliriz. Günü kurtarmayı maharet sayan zihniyetlerin egemen olduğu devletler iki ileri bir geri giderlerken geleceğe yatırım yapan devletler ilerlemiş, o devletlerin vatandaşları da refah içinde yaşamaya devam etmişlerdir.
Bizde ise, Atatürk dönemini ayrı tuttuğumuzda genellikle günü kurtarmaya yönelik bir yönetim anlayışı benimsenmiştir. Atatürk’ün o yokluk yıllarında başardıkları bugün bile gözlerimizi kamaştırmaktadır ama ne yazık ki o dönemde yapılıp hizmete açılan kırka yakın fabrika bugün ortada yoktur. O yıllarda uçak yapıp satabilen Türkiye bugün uçak alımları için milyarlarca dolar harcamakta, silah alımları için ABD ile Rusya arasında bocalayıp durmaktadır. Belediyelerimizin her dönem kaldırım yapıp bozmaları, dönem ve şahıslar değiştikçe bir daha yapmaları dillere pelesenk olmuştur. Bunlara tipik bir örnek olarak vermeliyim. Ankara’da, Kızılay’a 20 kilometre mesafede şimdi artık Keçiören ilçesine bağlı olan Bağlum beldesi, Belediyelik olan bir köydü. Acizane, benim de orada, daha çok yaz aylarında kullandığım mütevazı bir bahçem var. Bağlum belediyelik olmasına ve şehir merkezine yalnızca yirmi kilometre mesafede bulunmasına rağmen belediye hizmetlerinden fazla nasibi olmayan bir yer. Halen de bu özelliği devam ediyor. Yapı itibariyle engebelik olduğu için şehir suyu yüksek kotlara çıkmıyordu. Zaten altyapısı da kanserojen olduğu tescil edilen asbestli borulardan oluşuyordu. Zamanın Belediye Başkanı yeni bir su deposu yaptırmaya karar verip yer belirlemiş, depo yapılmasına rağmen yükseksek kotlar yine su alamıyordu. Bahçe komşum olan Kazım Amca ile bu meseleyi konuşurken eliyle işaret ederek, “Belediye Başkanı’na, depoyu oraya değil de az yukarıya, şuraya yaparsanız her yere su ulaşır” demiştim de bana, ‘Kazım Amca, dert etme, sonra onu yıkar bir de yukarıya yaparız’ dedi” diye söylemişti.
İşte Türkiyemizin derdi de sıkıntısı da bu. “Yıkar bir daha yaparız!..”
Oysa devletler yap-boz metotlarıyla idare edilmezler, edilemezler. Çünkü çocuk oyuncağı değil, ciddi bir iştir, öngörü ve feraset gerektirir. Yetimin hakkını, milletin geleceğini koruyup kollama işidir. Ayrıca, toplanan vergilerden ve devlete ait başka gelir kaynaklarından, fabrikalardan elde edilen meblağdan bir bölümünü ayırıp T.C. Merkez Bankası’nın kasasında “İhtiyat Akçesi” ya da “Yedek Akçe” olarak saklamaktır. Yedek akçe ya da “İhtiyat Akçesi” Merkez Bankası’nın kanun gereği olarak olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere kenara ayırdığı rezerv paradır, altındır, dövizdir. Bu uygulama yalnızca bize has değildir. İngilizler buna “Reserve fund”, Almanlar “Rüclage” derler.
Devletlerin, milletlerin hayatı her zaman yolunda gitmez. Yönetim hataları olmasa bile günümüzde olduğu gibi olağanüstü durumlar yaşanabilir, felaketler, salgın hastalıklar baş gösterebilir. Her devlet, her millet bunun için hazırlıklı olmak zorundadır. Peki, biz ne yaptık?
18 Temmuz 2019 tarihli gazetelere bakalım:
“Kefen Parası Gitti” başlığı altında verilen bir haber: “Varlık Barışı'nı 6 ay uzatan düzenlemeyi de içeren 'torba teklif' Genel Kurulda kabul edildi. Yeni düzenlemeyle Merkez Bankası'nın yıllık safi karının yüzde 20'sinin ihtiyat akçesine ayrılacağına yönelik hüküm kaldırılıyor. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar ayrılmış bulunan ihtiyat akçelerinin tamamı, birikmiş fevkalade ihtiyat akçelerinin ise son yılın karından ayrılan kısmı hariç tamamı Genel Kurul kararı aranmaksızın Hazineye verilecek. Ayrıca yurt dışına çıkış yapan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından çıkış başına alınan harç miktarı da 15 liradan 50 liraya çıkarılacak.” (Kaynak Yeniçağ: Merkez Bankası'nın ihtiyat akçesi Hazine'ye devredildi!)
Merkez Bankası’nın, kanun gereği olarak olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere kenara ayırdığı rezerv para demek olan İhtiyat Akçesi, tıpkı nikâh memurunun, şahitler ve davetliler huzurunda evli çiftlere hitap ederken kullandığı, “İyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta falanı eş olarak kabul ediyor musun” sözüne verilen EVET cevapları gibidir. İleride bu “Evetler” bozulursa yuva yıkılır. İyi ve kötü günler için devlet tarafından ayrılan İhtiyat Akçesi de muhafaza edildiği yerden alınıp başka işlere kullanılırsa devlet düzeni bozulur, sıkıntılar baş gösterir.
İşte o “İyi günler” gitmiş, “Kötü günler” başlamış, dünyayı kasıp kavuran bir salgın hastalık, bir Corona Virüs belası gelip bizi de vurmuştur. Ne çare ki, Merkez Bankası’nın bu günler için bir kenarda tutuğu “İhtiyat Akçesi” ya da “Kefen Parası” da ortada yoktur. Oysa 2019 yılında bu İhtiyat Akçesi’nin “Hazineye devredileceği” haberleri çıktığı zaman sözüne güvenilir ekonomi uzmanları uyarmışlardı. İşte o uyarılardan birkaç örnek:
Bir uzman bunu, “Evdeki gümüş tepsiyi satmak” olarak nitelendirirken, önemli ekonomistlerimizden Mahfi Eğilmez şu tweet’i atıyordu: “Reuters'in, TCMB'nin ihtiyat akçelerinin bütçeye devredileceği yolundaki haberi umarım doğru değildir. Bu, para basmak demektir. Kısa vadeli avans uygulaması çok daha namuslu bir uygulamaydı. Bu, kefen parasının harcanması demektir!”
Dik ve kararlı duruşları ile herkesin saygısını kazanan Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz ise, “İhtiyat Akçesini aktarmaktan daha kötü bir uygulamanın bulunamayacağını” ifade ettikten sonra Sputnik’e yaptığı değerlendirmede şunları söylüyordu: “Bir insan akşamdan sabaha düşünse, en yanlış iletişim politikasını nasıl uygulayabilirim dese bundan daha kötüsünü bulamaz. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı zaten yara almıştı, bu durumdan çok daha fazla yara alacak”
Yine, önemli ekonomi yazarlarından biri olan Uğur Gürses de şunları söylemişti: “Merkez Bankası'nın yıllık kârı üzerinden ayrılan 46 milyar TL'lik ihtiyat akçesinin bütçeye aktarılması girişimi varmış; bu para basmaktan farklı değil. Getireceği sonuç da enflasyon ve kur artışına yakıt olmaktır.”
Kefen Parası’nın satılması’nın ne anlama geldiğini artık biliyoruz. Peki, “Para basmaktan farksızdır” ne demek oluyor? Paralar alım güçleri ölçüsünde değerli ya da değersizdirler. Türkiye’de daha çok ithalata dayalı bir ekonomi yürütüldüğü, ihraç ettiğimiz ürünlerin bile hammaddelerini genellikle dışarıdan aldığımız için istediğimiz kadar Türk Lirası bassak bile para şişkinliğine sebep olmaktan, enflasyonla kur artışını körüklemekten başka bir işe yaramaz. Çünkü alırken de satarken de kullandığımız para Dolar, Euro, yani döviz!
Netice olarak şu anda o günleri yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 30 Mart 2020 akşamı, telekonferansla yaptığı kabine toplantısının ardından, “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” adı ile ilan ettiği bir Yardım Kampanyası başlattı. Elbette millet olarak “İyi günde kötü günde” birbirimize destek olacağız. Bunda kimsenin tereddüdü olmaz, olamaz. Ancak bu gibi durumlarda ve yaşanan son salgın hastalık felaketinde başka devletler genellikle “İhtiyat Akçelerine” başvururlarken biz neden böyle yapıyoruz da onlar gibi yapamıyoruz? İhtiyat Akçesi de zaten milletin parası değil mi? El cevap, “Ortada İhtiyat Akçesi diye bir şey yok!” Öyle değil mi?
İşte bu olmadı! Keşke İhtiyat Akçemiz yerinde duruyor olsa da millet olarak biz yine her zaman olduğu gibi yardımlaşma ve destekleşme içinde olsa idik. Bu arada tabii, millet de daha önce yapılan kesintiler ve bağışlardan oluşturulup birtakım fonlarda biriken paraların akıbetleri hakkında tam bilgi sahibi olamadığı için tereddüt yaşıyor. Kızılay gibi hayır kurumlarının başında bulunanların bile fahiş maaşlar aldığı, üç – beş yerden maaş alanların herkesin dilinde olduğu, Kızılay üzerinden hülle yolu ile TÜRGEV’le ENSAR gibi vakıflara milyarların aktarıldığı ve bunlara göz yumulduğu bir ortamda vatandaş haklı olarak tereddüt edecektir. Devlet vatandaşını tereddüt içinde bırakmamalıdır. Öte yandan, devletten ve bağlı kuruluşlardan ballı ihaleler alan, üstüne üstlük vergi borçları da affedilen, “Yap İşlet Devret” modeli ile yollar, köprüler, tüneller ve hastaneler yapıp yeterli müşteri potansiyeline ulaşılamadığı için hazineyi kemiren “Yandaş” ve “Candaş” tabir edilen şirketlerin de ellerini ceplerine götürmeleri isteniyor, bekleniyor. Demek ki ne imiş ne imiş? Şirketlere “Geçiş garantisi” vererek köprü, tünel, yol, uçuş garantisi vererek Havaalanı, hasta garantisi vererek de hastane yaptırılmayacakmış. “Korona morona” ama almasını bilenlere işte böyle de bir ders verdi. Şimdi İstanbul Havaalanında sinek avlanıyor, Osmangazi Köprüsü’nde trafik nerede ise durdu, adeta in cin top oynuyor! Yazık ve günah değil mi?
Başta Ankara ve İstanbul Büyükşehir belediyeleri olmak üzere bazı belediyeler Cumhurbaşkanı’nın açıklamasından daha önce yardım kampanyaları başlatıp hesap numaralarını açıklamışlardı. 31 Mart günü ise İçişleri Bakanlığı o hesaplara bloke koydurarak para yatırılmasını önledi. Oysa 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun, “Belediyelerin yetkileri ve imtiyazlarını” sıralayan 15. Maddesinin (i) bendi çok açık: i) Borç almak, bağış kabul etmek. Acaba diyorum, İçişleri Bakanı ve bürokratları bundan habersiz olabilirler mi? Bir soru daha: Söz konusu belediyeler AKP’li olsaydı yine de bu uygulama yapılacak mı idi? Allah aşkına böyle ulvi bir işe bile siyaset karıştırmayın; ne olur!
Hani, “Korona’dan önce, Korona’dan sonra” diye özetlenerek “Dünyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” söyleniyor ya, “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” diyen atalarımızın dedikleri gibi İnşaallah bizler ve özellikle mevcut yöneticilerle gelecekte devletimizi yönetecek olanlar bu olup bitenlerden ders alırlar, almalıdırlar. Öyle ki ve dileriz İnşaallah iktidar sahipleri “Dünyanın bin bir türlü hali olduğu” bilincine vararak milletin zaruri ihtiyaçlarına yönelik yatırımlar dururken mesela “Kanal İstanbul” benzeri fantazilerle oyalanmazlar, “Geçiş garantili” hiçbir projeye imza atmazlar. Ümitvar olmak istiyorum ki artık rantiye blokları, gökdelenler, kuleler dikmenin, eş – dost, akraba kayırmanın, yandaş zenginler yaratmanın bir işe yaramayacağını, AVM’lerin derde derman olmayacağını, Cumhuriyetin kazanımlarından olan fabrikaları satıp savmakla ne büyük hata işlediklerini anlamışlardır. Keza, devlet kadrolarında liyakatin, ehliyetin, bilgi ve kültürün önemini kavrayıp “Benden olsun da çamurdan olsun” anlayışından sıyrılmış olmalarını da bekler ve umarım.
Yine yöneticilerimizin, benzeri bir felaket durumunda yaban ellerin aşı bulup ilaç geliştirmesini beklemek yerine Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün yeniden ayağa kaldırılıp bir Tıbbi Araştırma Merkezi, laboratuvarlar grubu haline getirilmesi gerektiğini kavramış olmalarını dilerim. Yine dilerim ki, dünyanın çeşitli ülkelerinde imkân bulup çalışan değerlerimizi bu enstitüde toplar ve insanlığa faydalı buluşlar yapmalarına destek olurlar. Yalnız sağlık alanında değil eğitim alanında da inatlaşan tutumlarından ve yap-boz sevdalarından vaz geçerek kalkınmış ülkelerin geçtiği yola girerler. Ve dilerim ki Korona’dan sonra oluşacak Yeni Türkiye Düzeni’nde devlet, bir salgın hastalıktan sonra “Altmış beş yaş üstü vatandaşlarımıza bir şişe kolonya ve maske verilecek” dese mesela, ertesi gün o kolonya şişeleri ve maskeler yerlerine ulaşır da unutturulmaz! Yine, Yeni Türkiye düzeninde Cumhurbaşkanları aynı zamanda bir partinin Genel Başkanı olanlardan değil, tarafsızlığı ile ön plana çıkmış tecrübeli, bilgili, kültürlü kişilerden seçilir ve herkese, her kuruma eşit mesafede durur, siyasi polemiklere girmeyeceği için milletin sevgisini ve saygısını kazanır. Siyasetçiler birbirlerine kin ve nefret saçmaz, karşılıklı olarak açtıkları tazminat davalarından vaz geçerler. Milletvekilleri Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokrasi ve medeniyette öncü bir devlet olması için çalışarak Demokratik Parlamenter Sistem’i yeniden, güçlü olarak hayata geçirirler. Çok şey istemiyorum ve görüyorsunuz, kendim için istediğim bir şey de yok.
Daha bitmedi tabii… Mesela Diyanet İşleri Başkanlarımız da herhangi bir salgın vuku bulduğunda insanları önce camilere toplayıp “Kalabalık yerlerden uzak durun” diye hutbe okumaz. Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde ve ilmin ışığında gereken ne ise ona göre hareket eder, camilere kilit vurdurduktan sonra da özel seçtikleri cemaatle dinde yeri ve uygulaması olmayan bir saf düzeni ile Cuma Namazı kılmaya kalkmazlar. Diyanet artık Yeni Türkiye Düzeni’nde siyasetten tamamen arındırılır ve herkesin saygı gösterip hürmet edeceği, siyasilerin de ellerini çekeceği bir kurum haline gelir, getirilir.
Sözün özü, bütün kurumlarımız ve fert fert hepimiz artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, istesek de olamayacağını anlayacak ve bileceğiz. Rahmetli Galip Erdem Ağabey’in dediği gibi “En büyük noksanımız olan birbirimizi sevmeyi öğrenmek” zorundayız. İnşaallah, Korona’dan sonraki Yeni Türkiye Düzeni birbirimizi sevmeyi hepimize öğretecek, Yeni Dünya Düzeni de buna göre şekillenecektir.