Bu Kaçıncı Diyanet Yazısı?

Abone Ol

Sayısını unuttum ama beni takip ettiklerine inandığım dikkatli okuyucularım belki çetelesini tutabilmişlerdir. Bunun başlıca iki sebebi vardı. Birincisi Türkiye’deki en büyük cehaletin dini alanda olduğu iddiasında olmam ve bu konuda Diyanet’in üzerine düşen görevi yapmaması, ikincisi de tamamen siyasetin güdümüne girmiş olması idi. Şöyle ki:

Türkiyemiz hurafeci ve İslamiyet’ten habersiz din bezirgânlarının pazarı haline gelmişken yatırımcı Bakanlıkları bile sollayan devasa bütçesi, 100 bin civarında camisi, 150 bini bulan “din görevlisi” ile bu pazarın en beceriksiz satıcısı Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Çünkü sırtına bir cüppe giyip başına bir sarık geçiren ve kendilerine “Hoca efendi” ya da “Şeyh” denen çok sayıda insanla müritleri, çevrelerinde Diyanet hocalarından daha çok insan toplayabilmektedirler. Kaldı ki Diyanet’in resmi görevlileri arasında dışarıdaki din bezirgânlarına bağlı imamların olduğunu da biliyoruz. Konu ile ilgili yazdığım önceki yazılar incelenecek olursa bu konuda ne demek istediğim anlaşılacaktır.

Kışla ve camiye, hukuk sistemine siyasetin müdahil olmaması genel kuraldır. Ancak ne var ki özellikle son AKP iktidarları döneminde bu kural tamamen tersine işlemektedir. Mesela Diyanet İşleri Başkanı resmi kıyafeti ile cami merdivenlerinde, siyasi konuşma yapan partili Cumhurbaşkanı’nın yanında bir asker gibi durabilmiş, 10 Kasım 2018’de olduğu gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dehası ile kazanılan İstiklal Savaşımızı karalayıp “Keşke Yunanlılar kazansaydı” diyen bir şarlatanı hem de resmi kıyafeti ile ziyaret edip hürmetlerini sunabilmiştir.

Bu zihniyetten elbette milli konularda bir hassasiyet bekleyip devletimizin kurucu Cumhurbaşkanı’na saygı göstermesini ummak safdillik olur. Ancak Türkçemizde “Ekmek yediği tekneyi kirletmek” diye de bir deyim var. Diyanet İşleri Başkanlığı bizzat Atatürk’ün direktifleri ile kurulurken din işlerinin cahil kişiler elinden kurtarılarak ilim sahipleri tarafından yürütülmesi amaçlanmıştı. Oysa günümüzde din cahili kişiler adeta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önüne geçmiş durumda.

Geçtiğimiz haftalarda, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı’nın densizliği ile 30 Ağustos Zafer Bayramı, gününden önce gündeme gelmiş ve kamuoyundan tepkiler yükselmiş ama o densizlikle ilgili hiçbir işlem yapılmamıştı. Dolayısıyla dikkatler 30 Ağustos törenlerine ve aynı gün okunacak olan Cuma Hutbesi’ne çevrilmişti.

Sabah saatlerinde yurt sathında yapılan törenler sırasında bazı mülki idareciler ve konuşmacıların Atatürk’ün adını bile anmamaları protestolara sebep olmuş, Cuma Hutbesi bekleniyordu. Bekleniyordu beklenmesine de, hutbe metni önceden Diyanet’in internet sitesinde yayınlandığı için olacaklar da belli idi. Çünkü asıl metinde o büyük zaferin Başkomutanı’nın adı zikredilmemiş, rahmet dilenmemiş, bu sebeple de sosyal medyada adeta bir “Cuma Namazı boykotu” ilan edilmişti. Hiç olmaması gereken bu duruma sebep olarak Türkiyemizin başında yeterince dert varken göz göre göre bir dert daha açmak Diyanet’e yakışır mı? İslam tarihinde, hem de Peygamber Efendimiz’in sağlığında vuku bulup Tevbe Suresi’nin 107, 108, 109 ve 110. ayetleri arasında zikredilen “Mescid-i Drar = Zararlı Mescid” hadisesinden de mi ders alınmaz? Böyle bir gaflet olabilir mi?

Dinin asli unsurlarını ve ahlâki meseleleri öne alarak son günlerde giderek artan kadına şiddet, taciz ve tecavüzlerle yolsuzluk, hukuksuzluk konularında yetkililerle toplumu uyarması gereken Diyanet yetkilileri Allah indinde bu suskunluklarının hesabını nasıl vereceklerdir? Zaten güdümlü olduğu anlaşılan hutbe ve vaazlardan dolayı sabıkalı olan, Mısır’da mahkeme salonunda vefat eden devrik lider için gıyabi cenaze namazları kıldırıp rahmetler dileyen Diyanetin nezdinde Mustafa Kemal Atatürk’ün Mursi kadar da mı kıymeti yoktur? Dünya üzerindeki 57 İslam ülkesinin perişanlığı ve bunlar içinde Türkiye’nin durumu dikkate alınırsa, akl-ı selim Atatürk’ün İslamiyet’e çok büyük hizmet ettiğini söylüyor. Bunu görmeyen gözlere, duymayan kulaklara, söylemeyen dillere ve idrak etmeyen kalplere ben ne diyeyim, daha ne yazayım? Her seferinde “Artık diyeceğimi dedim, yazacağımı yazdım; Diyanetle ilgili başka yazı yazmayayım” diyorum ama Diyanet devamlı malzeme veriyor! Hiç olmazsa kamuoyunda oluşan tepkileri dikkate alarak son Cuma hutbesinde klasik tabiri ile şöyle bir cümle kursalardı yine yazmayacaktım:

“Bu vesile ile 30 Ağustos 1922’de kazanılan büyük zaferin Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları ile şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, onlara şükranlarımı sunuyorum”

Başkanlık tarafından hazırlanan hutbede bu mealde bir cümle kullanılsa din elden mi gider, dünya yerinden mi oynardı? Nitekim Cuma Namazı’nı eda edip büyük dava adamı, koca çınar Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın cenaze namazına katılmak için bulunduğumuz Ankara Kocatepe Camii’ndeki İmam Efendi, beklenen cümleyi kurarak hutbesini bitirdi. Başkanlığın düşünemediği hassasiyeti gösteren ve adını bilmediğim o imam arkadaşı tebrik ediyorum; İnşaallah başına bir iş gelmez!

Kocatepe İmamı gibi inisiyatif kullanamayan cesaretsiz imamlar ise metne bağlı olarak hutbe okudukları için açıktan ya da dolaylı tepkilerle karşılaşmışlar, bazı camilerin içinde protestolar yükselmiştir. Bu tepkilerden en dikkat çekeni Bursa İnegöl’de oldu ve caminin içi bir anda karışıverdi. Orada yükselen protestoların aynı zamanda “30 Ağustos herkesi ilgilendiren bir zafer değildir” diyen Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı’na indirilen okkalı şamarlar olduğu kanaatindeyim. Tabii anlamış ise!

Kısacası, Atatürk tarafından “Dini konularda milleti aydınlatmak” amacıyla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı adeta kendi kurucusuna bile karartma uygulamakta, arada bir suya sabuna dokunmayan beyanatlar vermenin dışında piyasadaki hurafeci ve din cahili bezirgânlara karşı sesini yükseltememektedir. Böyle giderse, gittikçe cemaat kaybeden camilerin kapısına kilit vurulacak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün iyi niyetine ve “Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diyen Mehmet Akif Ersoy’a yazık edilecektir.