İnsan sosyal bir varlıktır. İnsanın varlığını sağlıklı sürdürebilmesi biraz da sosyal hayatının renkli olması ile doğru orantılıdır.
İnsanı diğer mahlûklardan ayıran en mümeyyiz vasfı ise konuşmasıdır. Yaratan her mahlûka ağız vermiş ama konuşma gibi bir nimeti sadece insana bahşetmiş. Bu muazzam nimetin hakkını vermek için konuşmanın en etkili biçimde kullanılması gerekir.
İnsanın insanla konuşmasının adı sohbettir ve büyükler, “Sohbette insibağ” olduğunu söylerler.
İnsibağ, kelime olarak, “Boyanma, maddi ve manevi rengi ile renklenme, temizlenme” anlamlarına gelir. İnsanın manevi olarak temizlenmesi için sohbet denen aracı kullanmak gerekir.
Sohbete/muhabbete katılanlar, sohbette bulunan kimsenin anlattıklarıyla boyanır, onun halleriyle hallenir. “Ya huyundan ya suyundan” istifade eder. Sohbette anlatılanlar dinleyenlerin iç dünyasına nüfuz eder.
Sohbet, sıradan olmamalı, malayani içermemeli, katılanları manevi olarak yetiştirmeli, onları yeni ufuklara taşıyabilmelidir. Vakıf Gureba Hastanesinin banisi Bezm-i âlem Valide Sultan, “Muhabbetten Muhammet oldu hasıl / Muhammet’siz muhabbetten ne hasıl.” Diyerek sohbetin/muhabbetin neyi içermesi gerektiğin çok veciz biçimde anlatmışlardır.
Kelimelerin ruhu var mı bilmiyorum, ama bazı kelimeler öyle güçlüdür ki, içerdiği anlamlarla bütünlenip hızla tefekküre dönüşür. Sohbet ve muhabbet kelimelerinin de böyle bir ruh taşıdığını düşünüyorum.
Sohbet ve muhabbet bizim kültürümüzün temelinde vardır. Evlerde, camilerde, tekkelerde, medreselerde sohbet hayatın merkezinde yer alırdı.
Kahvehanelerimiz de sohbetin, muhabbetin zirveye çıktığı mekanlardı.
Kültür hayatımızda sohbet/muhabbet ortamlarının oluştuğu çeşitli mekânlar vardır. İlim meclislerini saymazsak en önemli sohbet mekânları eskilerin “Kıraathane” şimdilerin ise “Kahvehane” ve en yeni nesillerin ise “Cafe” dedikleri yerler olmuştur.
Yakın tarihimizde kahvelerdeki sohbetlerin en önemli konularının başında ise edebiyat, din ve siyaset olmuştur.
Osmanlı’da gelişen ve günümüze kadar yansıyan “Edebiyat kahveleri” kültürün nesillerden nesillere taşınmasında da önemli rol üstlenmiştir. Bu anlamda misyon yüklenen “Edebiyat kahveleri” şairlerin, yazarların, üniversite hocalarının, öğrencilerinin devam ettiği, spordan siyasete, edebiyattan sanata kadar birçok konuyu konuştuğu ortamlar olarak tanınmıştır.
Günümüzde de bu geleneği sürdüren mekânlar vardır.
Makalemize konu olan ve kültürümüzün önemli sıçrama taşlarından birini oluşturan “Edebiyat kahvesi” ise sırasıyla Erenler’de başlayıp, İLESAM ile devam eden, oradan Türk Ocağı ve Yazarlar Birliği’ne taşınan, sonunda da Süleymaniye’de bulunan “Antik Kafe” isimli mekânda karar kılmış ve hala devam etmektedir.
Antik Kafe sürecinde birkaç kez gidebildiğim bu mekânda sohbete/muhabbete katılanların profilini çıkarmak oldukça zordur. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla her meslekten insan mevcuttur ve bu kişiler kendi alanlarında söz sahibi olmuş kişilerdir.
Hem katıldığım sohbetler de gördüklerim hem de “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli Ahmet Uysal tarafından yayınlanan kitapta okuduklarım sonucunda şu kanaate vardım:
“Burası, Türkiye’nin en önemli konularının konuşulduğu entelektüel ortamlarından biri görünüyor. Dostluk ve arkadaşlığın harmanlandığı bir mekan. Hilmi Oflaz sofrası ise geleneğin geleceğe taşınmasında önemli bir köprü vazifesi görmekle birlikte vefalı olmanın da önemini ortaya çıkarıyor.
Mekâna katılanlar kendilerini her alanda uzman gören bir kişiliğe sahip. Görünürde müthiş bir mütevazılık var. Belki her biri mesleğinin uzmanı ama kimse mesleğini ve makamını ortaya sürmüyor. Sanki karşımızda sınıfsız bir toplum var. Bu sınıfsızlık ve mütevazılık altında (istisnaları saymazsak) neredeyse her bir katılımcı da müthiş bir ‘örtülü benlik’ üste çıkmış. Herkes siyasette, ekonomide, dinde, sporda, bilimde uzman! ”
Şimdi bu kanaatime kızanlar olabilir ama lütfen kimse kızmasın! Nasıl ki sohbetlerde sık sık gündeme gelen çay parası ödeyenlerin konuşma hakkı varsa, ben de kitap parası vermiş biri olarak fikirlerimi söyleme hakkına sahibim!
Var olan örtülü benlik, ortak bir çalışmanın ürünü olan “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli kitabın ismine de yansımış. Çay parasını ödeyen her alanda doğru bildiği fikrini söyleme hakkını elde etmiş.
Herkes her konuda bilmek zorunda mı?
Burada yadırganacak bir durum gördüğüm zannedilmesin. Hoca Nasrettin bile yüzyıllar önce, “Parayı veren düdüğü çalar.” Diyerek meselenin özünü özetlemiştir.
Aslında “Ben de Çay Parası Ödüyorum” demenin “benimde söz hakkım var” deme ile aynı anlamı taşıdığı açık. Bu cümle adı zikredilen sohbetlerdeki fikir özgürlüğünün en açık göstergesini oluşturduğu gibi sohbetlerde bazen kaos ve kargaşayı da içinde barındırıyor.
Erenlerden çıkarak Antik Kafe’de karar kılan bu grup kendine “Rindân” adını da vermiş. “Rindân” kelimesinin Osmanlıca – Türkçe sözlükte anlamı “Kalenderlik.” (Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü kimse, Dünya işini hoş görenler ehlidil) olarak karşımıza çıkıyor. Kelimenin Farsça da karşılığı ise “Rindler”. Kendi değerini olduğundan aşağı gösteren, başkalarını küçük görmeyen, büyüklenmeyen kimse, engin gönüllü, mütevazı.
Belki de Rindân grubunun ruh yapısını özetleyen cümle kitaptaki, “Ben de Çay Parası ödedim. Yarını bilmiyorum. Hayat güzel.” Repliği olmuş.
İnsandan mekâna, zamandan hayata uzanan çizgide, kendisi de bu sürecin kahramanlarından olan rahmetli Mehmet Niyazi abinin tarifi ile “Deliler, dâhiler” dervişler ve dünyaya boş vermişler bir sohbet/muhabbet için bir mekânda buluşmuşlar. Kitapta anlatılanları okuyunca o mekânın müdavimleri burayı kendi kendilerini tedavi eden bir merkeze dönüştürmeyi başardıklarını da görüyoruz.
“Rindân grubu kimlerden oluşuyor ve nasıl insanlar?” diye bir soru sorsanız bunun cevabını Aydın Vahapoğlu’nun Rindân ile tanışmasını anlatırken bir büfeci ile yaşadığı ironisi büyük kendisi küçük anekdotta saklı olduğunu söyleyebilirim.
“Mevlana İdris beni kafeye davet etti. Bir sonbahar akşamıydı. ‘Eczanenin üstü’ diye tarif etti. Kafenin giriş kapısı içeride olduğu için fark edilmesi zordu. Yan taraftaki büfeye ‘Antik Kafe nerede?’ diye sordum. Kasadaki genç bana ‘Ağabey senin orada ne işin var. Onların hepsi baron. Sen düzgün bir kişiye benziyorsun.’ dedi. Bu cevap bana çok ilginç geldi.”
Bana da çok ilginç gelen hikayelerin, yaşanmış hatıraların, nüktelerin yer aldığı “Ben de Çay Parası Ödüyorum” 1980-2023 yıllarını içeren, hatıraların öbeği bir kültür atlası gibi olmuş.
Rindân müdavimlerinin hayatlarından oluşan hikâyelerle süslü ve beş yüz sayfayı geçen “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli hacimli eserde Türk kültüründe kahve geleneğinin serüveninin yanında özellikle 1980 darbe sonrasının resmedildiğini görüyoruz. Rindân grubu, sohbet /muhabbet ortamında 12 Eylül darbesinin insanlarda yaşattığı travmanın giderilmesinde önemli rol üstlenmiş. Bulundukları mekânlarda yaşananlar, belki de sosyal patlamaların oluşmasının önündeki en büyük engellerden birini oluşturmuş. Her biri değişik baskılara maruz kalan müdavimler buralardaki sohbetlerde hem psikolojik olarak ruhlarında meydana gelen boşlukları doldurmuş hem de ülkede olan bitenlere kayıtsız kalmamanın tavrını geliştirmişlerdir.
Bu tür mekânlar katılanların birbirlerini daha iyi tanıdığı yerler olmuştur. Buradaki birliktelikler sonunda bazı dergi, gazete, kitap vs. ürünler yayın piyasasına kazandırılmıştır.
Erenler ile başlayıp İLESAM, Yazarlar Birliği ve Türk Ocağı ile devam eden bu geleneğin “Antik Kafe” isimli mekânda nevi şahsına münhasır bir özellik kazanmış. Sosyal hayatın hengâmesi içinde boğulmaya yüz tutan insanların nefes aldığı bu mekâna devam edenler kaybolmaya yüz tutmuş dostlukların yeniden neşvünema bulmasına vesile olmuş.
Kahve deyince genel olarak aklımıza bugün oyun oynanan yerler gelse de Antik Kafe’deki Cumartesi sohbetleri bu kanaatin yıkılmasına sebep olmuş. Çünkü burası, sadece birkaç entelektüelin katılıp kendini tatmin etme yeri olmaktan çok öte bir misyona sahip olmuş. Katılanlar içinden bakanlar, genel müdürler, edebiyatçılar, yazarlar, çizerler, valiler, kaymakamlar, bilim adamları çıkmış.
Antik Kafe sohbetlerinin müdavimleri sadece bunları yapmakla kalmamış. Özellikle geçtiğimiz yıl ülkemizde yaşanan ülke tarihimizin en büyük felaketlerinden biri olan deprem dolayısıyla birçok çalışmaya da imza atmışlar. Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde geçtiğimiz yıllarda vefat eden ve kahvenin değişmez müdavimlerinden biri olan Mevlana İdris adına bir öğrenci yurdu da yapmaya karar vermişler. Yayınladıkları “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli kitabın gelirini de bu yurda bağışlanmış. Sadece bu çalışma bile sohbete katılanların güzel bir vefa duygusuna sahip olduğunu göstermeye yeter diye düşünüyorum.
“Ben de Çay Parası Ödüyorum” kitabı 1980-2023 yıllarını kapsayan kırk yıllık bir süreci anlatsa da aslında kültürümüzde kahve geleneğinin özetlendiği bir eser olarak karşımıza çıkmış. Erenlerden başlayıp Antik Kafe’de kendisine daha disiplinli bir vücut bulmuş Rindân grubu burada “Örtülü benlik” diye tarif ettiğim hallerin törpülenmesine de çalışmış. Belki de bunun yansıması olarak her fikirden insanı bünyesine katarak hayatiyetini bugüne kadar devam ettirebilmiş.
Rindân grubu Antik Kafe’de sohbetlere de bir standart getirmeye çalışmış. Buraya kadar herkesin gelişigüzel sohbet konusunun içine dalması olumsuz sonuçlar doğurmuş olmalı ki, “Medaratörlük” sistemine geçilmiş ve bu görev de Rindân’ın değişmez kişisi olan ve liderlik vasfı taşıdığı herkes tarafından kabul edilen Alper Kanca’ya verilmiş. Kanca, artık Rindân’ın değişmez medaratörü olmuş ve konuşmacıların görüşlerine tarafsız bir şekilde yaklaşmayı şimdiye kadar sürdürmüş.
Bundan sonra ne olacaktır? Büyük bir özveri ve gayretle kitabı hazırlayan Ahmet Uysal bu sorunun cevabını kitabın son paragrafında vermiş:
“Tereddütsüz herkes ‘Rindân, elbette ona hikmet yakışır’ der ve 1981’den 2023’e kadar, yani kırk yılı aşkın bir hikâyenin geleceği hakkında kaygılanmaz. Zira Aslolan dostluktur. Erenler’den başlayıp İLESAM, Yazarlar Birliği ve Türk Ocağı vasıtasıyla Antik Kafe yıllarına kadar ulaşan ve nihayetinde Rindân diye isimlendirilen bir geleneğin nereye evrileceği meçhuldür. Ancak kahve için bu, bir endişe kaynağı değildir. Çünkü ‘Yarını bilmiyoruz, işte o yüzden hayat güzel.”
Son kırk yılın sosyal ve kültürel değişimlerinin de bir aynası hükmünde olan “Ben de Çay Parası Ödüyorum” son dönemlerde keyifle okuduğumbir kitapolarak kütüphanemdeki yerini aldı.
“Ben de Çay Parası Ödüyorum” ülkemizdeki son kırk yıllık sosyal ve kültürel gelişim ve değişimleri İstanbul’daki bir kahvehane geleneğinde görmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir özelliğe sahip.
KİTAP İÇİN BİR KAÇ NOT:
- Kitabı büyük bir özveri ile hazırladığı belli olan yazarı tebrik ediyorum. Yüzlerce kişi ile konuşup, binlerce olayı derleyip bir araya getirmek beceri isteyen bir iş olduğunu hazırladığım kitaplardan biliyorum.
- Kitabın tanıtım toplantısında çok sevdiğim bir yazar abimle yan yana oturmuştuk. Kitabın yazarı Ahmet Uysal, kitabın altı yılı aşan yazılış serüveninde kimlerin yardım ettiğini, nasıl destek verdiklerini geniş geniş anlatınca abimiz biraz ironi kokan şu cümleyi sarf etti: “Yahu Selim kardeşim. Baksana şu kitabı neredeyse yüzlerce kişi hazırlamış. Hâlbuki biz bundan daha geniş kitapları kimsenin yardımı olmadan yazıyoruz.
- Kitapta farklı kişilerin aynı olayı anlatmaları sebebiyle bazı yerlerde lüzumsuz uzamalar olmuş. Bazı anlatımlar ise birkaç sayfayı aşmış.
- Kitaptaki hikayelerde akıcılık yok. Bu hikayelerin kahve müdavimlerinden Mustafa Kutlu’nun kaleme almasını isterdim.
- Kitabın sayfa tasarımında da bazı eksiklikler mevcut. Onlarca yerde tırnak içindeki bazı konuşmaların bitiminde cümle devam edecekken paragraf yapılmış. (41-134-155-239-378-464 vb.)
- Bazı sayfalarda ise resim sığmadığı için diğer sayfaya atlandığı için sayfa altlarında boşluklar ve metinlerde kopukluklar meydana gelmiş. (128-147 vb.
- Kahveye tarihsel bakış ana başlığının başladığı bölümdeki yazıya başlık konmalıydı. Çünkü Kahveye tematik bakış isimli bölüm arkasından gelen yazıda başlık var.