Mahalli seçimlere kısa bir süre kaldı. Siyasi partiler arasında ittifak görüşmeleri ve aday belirleme süreçleri de nerede ise bitti, bitiyor. Sonuç ne olur, hangi partiler kaç belediye başkanlığı kazanır bilemem de, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde bu işlerin hâlâ ilkel bir anlayışla götürüldüğü apaçık ortada. Adaylarda hizmet anlayışı, liyakat, şehircilik, belediyecilik gibi unsurlar yerine popülerlik, tanınmışlık aranıyor. Almanya’da Angela Merkel’in, Fransa’da Makron’un Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra Berlin ya da Paris’ten Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmeleri herhalde düşünülemez bile ama bizde Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı yapmış birine “İlla ki Belediye Başkanı adayı olacaksın” diye baskı yapılabilir ve o da kabul ediverir! Kabul etsek de etmesek de Batı ile aramızda büyük anlayış farkı var ki, herkes bunu dilediğince değerlendirebilir!
Siyasi işler ve oralarda dönen dolaplar bizi aşar. Aşar da, siyasi partilerle belediye başkanlarının yönettiği şehirlerde yaşadığımız için elbette görüş ve düşüncelerimizi aktarmak durumundayız. Ne yazık ki Türkiye’de hemen herkes siyaset kuyusunun içinde debelendiği için etrafını görmüyor, dünyayı okuyamıyor ve siyasi otorite tarafından dayatılanı kabulleniveriyor. İnsanımız, kendi partisine mensup adayın kazanmasına, şehircilikte çağ atlatacağı ya da bulundukları beldeye güzel hizmetler getireceği için değil de, adeta tapındığı lideri öyle istediği, kendisine, ailesine iş kapısı açılacağı ya da belediye hizmetlerinden rant sağlayacağı için seviniyor. Hem belediyelere, hem de bütün devlet kadrolarına, hizmet aşkıyla değil de “Şimdiye kadar onlar yedi, biraz da biz yiyelim” iştahı ile talip olmak ne kadar acı ve utanç vericidir.
Çevre ve Şehircilik anlayışı belediyelerle belediyecilerin olmazsa olmaz düsturudur, öyle olmalıdır. Türkiye’miz ne yazık ki alt yapı olmadan üst yapıları kurulan şehirler çöplüğünden oluşuyor. Özellikle son yıllarda şehirleşmeyi gökdelenler dikmek zanneden bir zihniyet hâkim oldu. Yeni oluşturulan semtlerde bile yüz – yüz elli metrede bir transit geçişe asla izin vermeyen kavşaklar var. Binalar hava akımını önlüyor, şehirler ve tabii ki şehirliler nefes alamıyorlar. Orta ölçekte bir sağanak bile alt geçitleri göle dönüştürüveriyor. Meydan kültürü diye bir anlayış hiç yok. Başta büyük şehirlerimiz olmak üzere hepsine ihanet edildi…
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda benim bildiğim “çevre”, seyrekçe dokunmuş özel bir kumaş üzerine “kaneviçe” tekniği ile işlenen ve “çevre” adı verilen büyükçe mendillerden ibaretti. Düğünlerdeki kına ve çeyiz törenlerinde kız evinden oğlan evine, oğlan evinden kız evine davul zurna eşliğinde gidilirken başımın üstünde çokça kına ya da hediye sepeti taşımışlığım vardır. Adet olduğu üzere her seferinde bana da o hizmetin bedeli olarak “çevre” verilirdi. Belki on kadar biriktiğini hatırlıyorum ama nedense hiçbiri bana kalmadı. Sanırım anacığım, rahmetli ablamla kız kardeşimin düğünleri sırasında gerekli yerlere vermiştir. İşin latife tarafı bu da, asıl çevrenin ne olduğunu yıllar sonra çok acı bir biçimde öğrendik. Hele de yurt içi ve dışı seyahatlerimiz, çocukluğumuzun hatırası olan çevre/mendillerdeki dallı güllü işlemeleri oradan alıp kafamıza, gönlümüze nakşediverdi.
Avrupa’yı ve özellikle Almanya’yı anladık; bir kurallar ülkesi. Herkes birbirini kontrol ediyor, kimse çöpünü ortalığa saçıp savuramıyor. Evlerin önüne her atığa göre konan toplama kaplarına çöpünüzü usulüne göre koyacaksınız. Arabanızı ancak evinizin önündeki kendi park yerinize ve evinizin hizasına koyabilirsiniz, komşunun sınırına taşarsanız yandınız. Hız limitlerine uymak için bizdeki gibi kümbetvari kasislere gerek yok, işaretlere uyup nerede hangi hızla gideceğinizi bilmek zorundasınız. Bilmez ve belirlenen kurala uymazsanız yine yandınız. Trafik lambaları olmayan kavşaklarda bile yayalar ve sürücüler nasıl geçeceklerini biliyorlar. Bir yaya yola adımını atmışsa trafik aniden duruyor. Hele bir durmasın bakalım! İşte bütün bunlar medeniyet göstergesi!
“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/Dolaştım mülk-ü İslâm’ı bütün viraneler gördüm”
Günümüzden yüz elli yıl kadar önce yaşayan şair ve devlet adamı Ziya Paşa böyle feveran ediyordu. Peki ya şimdi bizler ne yapalım? İlhamımızı da kuruttular ki öyle sanatlı, dokunaklı, ibretli cümleler kurup mısralar da döşeyemiyoruz. Tek yaptığımız, yapabildiğimiz halimize yanıp söylenmek ve ağlamak! Şu rezilliğe bakar mısınız?
Biz gelişmişlik bakımından güya Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinden ve mesela Moğolistan’dan daha ilerideyiz değil mi? Peki ya çevre konusu ve anlayışında? Ben susayım da resimler konuşsun… İşte, Özbekistan’ın başkenti Taşkent’in tam ortasından geçen ırmak büyüklüğündeki su kanalı. Çevresi parklarla, iş yerleri ve elbette konutlarla bezeli, tamamen halka açık yerlerden akıp gidiyor… O berraklığı görünce, -bizdeki gibi- çöpler, pet şişeler, kâğıt parçaları ve poşet atıkları görebilmek (!) için kanal boyunca beş yüz metre kadar yürüdüm ve hayran kalarak eğilip avuç avuç içesim geldi…
Peki ya bizdeki durum nasıl? Kızılırmak, Yeşilırmak, Fırat, Dicle gibi nehirlerimizin geçtiği yerleşim yerleri ile çevrelerindeki manzarayı o bölgelerde oturanlar iyi bilirler. Özbekistan’ın Başkenti Taşkent’te bulunan sözünü ettiğim o su kanalı ile bizimkiler arasında karşılaştırma/kıyaslama yapılabilmesi için bir örnek olarak Eğirdir ve Kovada göllerini birleştiren Kovada Kanalı’nı görelim… Çevre tıpkı Taşkent’teki gibi yemyeşil de kanalın içi nasıl? Buralardan geçtikten sonra Bucak ilçesindeki Karacaören Barajı üzerinden Antalya’ya içme suyu olarak götürülmesi için çalışılan bu kanaldaki suyun fotoğrafına iğrenmeden, tiksinmeden bakabilecekseniz buyurun…
Devletimiz, bu rezilliğe bir nebze çare olur diye paralı poşet uygulamasını başlattı. Bizim gibi ülkelerde hep “göç yolda düzelir” mantığıyla hareket edildiği için belki 30 – 40 yıl önce uygulanması gereken bir zorunluluk yeni getiriliyor ve onun da alt yapısı hazırlanmadan! Kaldı ki çevreyi kirleten yalnızca market poşetleri değil ki! Bir markete girip de bakın bakalım; 500 kalem mal varsa en az 450’si naylon ve plastik ambalajlar içinde. İşte, “altyapı” dediğimiz de budur işte. Önce bunu sağlayacak ve daha da önemlisi hem alıcılara hem satıcılara ve hem de imalatçı firmalara bu kültürü yerleştireceksin. Değilse kargaşadan başka bir şey olmaz!
BU KÜLTÜRE BİR ÖRNEK: MOĞOLİSTAN
Uçsuz bucaksız bozkırlardan ve çöllerden oluşan ve gelişmişlik açısından bize göre çok gerilerde olan Moğolistan’da, ortalıkta dolaşan yerli halkın yerlere bir çöp atmadıklarını, bizim gibi buralardan gidip de “alışkanlık gereği” atanları da engellediklerini oraya gidip gelenler bilir, ben de daha önceki bir yazımda konu etmiştim. İşte bu bir kültür ve insanlık meselesidir. Burada başka bir güzellikten söz edeceğim. Moğolistan’da o ürkek ya da vahşi hayvanlar bile insanlardan korkup kaçmıyorlar, biliyor musunuz? Çünkü kimse onlara zarar vermiyor. Geyiklerle zaten dost olmuşlar, birlikte yaşıyorlar. Kartalları, akbabaları eğitmişler, omuzlarında taşıyorlar. Doğanlar, şahinler Hun, Uygur, Göktürk atalarımızdan kalan tarihi eser kalıntılarının bekçileri gibi burçlarına konup size poz veriyorlar. Bizim buralarda küçük bir kıpırtıdan tedirgin olup yuvalarına kaçan tarla fareleri bile adeta poz verip resim çektiriyorlar. İşte, profesyonel, donanımlı bir objektifle değil, cep telefonumla ve bir iki adım mesafeden çektiğim bir resim..
Gerçekten de “Çevre çevre” dedikleri onlarda bir türlü bizde bir türlü değil mi? Biz kıymetini bilemedik de gelecek nesiller bilir İnşaallah. İnsanlarımızın, belediyelerimizin ve devlet yöneticilerimizin artık bu konuda duyarlı ve tavizsiz olmalarını dilerken son sözüm şu olsun:
Ey seçilecek belediye başkanları! Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve sıkı takibimiz altında olacağınızı bilmelisiniz. Eyyamcılığı, kolaycılığı, günü kurtarıp tribünlere oynayarak kendi çevrenize rant sağlama sevdasını bırakın da milletimizin, ülkemizin geleceğine yatırım yapın; vesselam!