Osman Bey, bey olduğunda idare ettiği topraklar 2000 kilometre karenin biraz üzerindeydi. 1683 yılında Viyana bozgunu yaşandığında, matbu ülkeler ve bölgelerle birlikte, imparatorluğun yüzölçümü 24 milyon kilometre kare civarındaydı. Birinci Cihan Harbi başladığında Osmanlı’ya ait topraklar 4 milyon kilometre kareye düşmüştü. Padişahın talimatıyla imzalanan Sevr Anlaşması uygulansaydı, Osmanlı Orta Anadolu’da 300 000 kilometre kareye sıkışmış mütevazi bir sömürge olacaktı.
Sevr anlaşması zaten uygulanmayacaktı, uygulanamazdı demeyin, kesinlikle uygulanacaktı. Galip devletlerin Birinci Dünya Savaşını kaybeden beş devletle imzaladıkları anlaşmaların hepsinde mağluplar geniş topraklar kaybediyordu. Mesela Avusturya topraklarının %95’ini yitirdi. Bu anlaşmaların dördü kararlılıkla uygulandı. Sadece Sevr uygulanmadı. Çünkü sadece Mustafa Kemal’in öncülüğündeki Türkler Kurtuluş Savaşı verdiler. Birinci Dünya Savaşından sonra imzalanan anlaşmalarla toprak kaybeden Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan, bugüne kadar geçen sürede kaybettikleri toprakların bir metre karesini bile geri alamadılar.
Osmanlılar, 17. Yüzyılın başlarında, gidişatın iyi olmadığının farkındaydılar. Bu tarihlerde bilgili ve tecrübeli devlet ve bilim adamlarına o günkü adıyla layihalar bugünkü adıyla raporlar yazdırılmaya başlandı. Bu layihalarda devletin çok güçlü olduğu dönemlerde uygulanan düzen, ‘’kanunu kadim’’ denilerek övülür. Sorunların kaynağı ve zayıflamanın nedeni olarak ‘’kanuni kadimden sapma’’ gösterilir. Eski düzen yani kanuni kadim uygulandığında her şey düzelecektir. Bu yanlış teşhis bize yüz yıldan uzun süre kaybettirdi.
Osmanlılar 18. Yüzyılın başlarında hem eski düzene dönmenin mümkün olmadığını hem de asıl sorunun batılıların sürekli ve hızlı ilerlemesi olduğunu fark ederler. Çare Batılılaşmaktır. Başlangıçta modernleşme orduyla sınırlı tutulur. Batının ilerlemesinin orduyla sınırlı olmadığı idrak edildiğinde modernleşmenin kapsamı devleti, düzeni ve toplumu kapsayacak şekilde genişletilir. 2. Mahmut döneminde yapılan düzenlemelerin, Tanzimat ve Islahat fermanlarının nihai amacı çözülmeyi durdurmaktır. Osmanlı devlet adamları, 1856 senesinde, Avrupa Devletler Sistemine kabul edilince ve devletin toprak bütünlüğü Avrupalı büyük devletler tarafından garanti edilince, bayram ederler.
Bütün gayretlere rağmen çözülme durdurulamaz. Abdülaziz’in son yıllarında devlet borçlarını ödeyemez hale gelerek konkordato yani iflas ettiğini ilan eder. Aydınların ve bürokratların yeni teşhisi, sorunun mutlak monarşiden kaynaklandığıdır. Abdülaziz geniş bir ittifak tarafından devrilir ve padişahın yetkilerinin neredeyse tamamının meclise geçtiği Meşrutiyet rejimine, şenlikler yapılarak geçilir. 1. Meşrutiyet sadece iki yıl sürer. 2. Abdülhamit’in muhalefetine ve engellemek için gösterdiği gayrete rağmen, meclisin neredeyse oy birliğiyle aldığı kararla ve alkışlarla girilen 93 Harbinde rekor büyüklükte toprak kaybedilir.
Yani Meşrutiyetin ilan edilmesi ve Avrupa Devletler Sistemine girilmesi de Osmanlının sorunlarını çözmez ve çözülmeyi durdurmaz. 2. Abdülhamit’in tesis ettiği mutlak monarşi imparatorluğa nefes aldırsa da sürdürülebilir değildir. Zira aydınların, subayların ve gençlerin neredeyse tamamı devletin kötü idare edildiğini düşünmektedir. 2. Abdülhamit devrilince ilan edilen 2. Meşrutiyette Osmanlıya derman olmaz. Libya ve on iki adalar işgal edilir. Balkan Savaşlarında ve Birinci Dünya Harbinde geniş topraklar yitirilir.
Osmanlı’nın gerilemeyi durdurma stratejisi modernleşmeyle çabalarıyla sınırlı değildir. Bilhassa Fransız devriminden sonra devlet, milli ideolojiler oluşturarak başta aydınlar ve gençler olmak üzere toplum kesimlerine empoze eder. Önce Osmanlıcılık, tüm gayretlere rağmen Hıristiyan azınlıkların ekseriyeti imparatorluktan kopunca İslamcılık ve Müslüman azınlıkların da çoğunun imparatorluktan ayrılması üzerine Türkçülük bu kapsamdadır. Turancılık fikri, Balkanları ve Afrika’daki topraklarının tamamını kaybeden ve Orta Doğu’yu kaybedeceği gözüken Türklere bir umut, yaşam gayesi ve dayanak olarak ortaya atıldı.
Hilafette, Osmanlıların gerilemeyi durdurmak için kullandığı bir enstrümandır. Halife unvanı, Osmanlılar için Kırım’ın kaybına kadar padişahın kullandığı onlarca unvandan biridir. Osmanlının Kırım’dan önce yitirdiği coğrafyalar Müslüman ağırlıklı değildi. Kırımda neredeyse nüfusun tamamı Müslüman olduğundan, devlet adamlarımız o coğrafyadaki halkla irtibatını sürdürebilmek için Halifeliği vesile kıldılar. Kırım kaybından sonra yapılan bütün anlaşmalarda, kaybedilen topraklarda yaşayan Müslümanların dini olarak Halifeye bağlı olduğu maddesi yer alır. Bu bağlılığın Osmanlı devletinin ve düşman elinde kalan Türklere faydalı olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Osmanlıların anlaşmalara bu maddeyi koymalarının öngörülemeyen sonuçları oldu. Muhatap ülkeler bu madde mukabilinde anlaşmalara Osmanlının bünyesindeki azınlıkların hamileri olmalarını sağlayan maddeler koydurdular. Rusya Ortodoksların, Fransa ile Avusturya Katoliklerin ve İngiltere ile Prusya Protestanların hamileri oldular. Azınlıklar bahane edilerek; Osmanlı devletinin içişlerine müdahale edildi, kapitülasyonların kapsamı genişletildi, yüzlerce okul açıldı ve memleket misyoner doldu.
Osmanlılar Kırım’ın kaybından sonra girdikleri savaşlarda, özellikle de Cihan harbinde halife unvanını kullandılar. Sultan, halife sıfatıyla cihat fetvaları verdi ve yardım kampanyaları düzenledi. Halife unvanının faydası olmadı denemez ama sonucu değiştirmediği de ortada.
Bütün gayretlere ve denenen yöntemlere rağmen Osmanlı çözülmeyi durduramadı. Kanunu Kadime dönmeye çalışmak, modernleşme, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, despotluk, Halifelik, Osmanlıcılık, Batıcılık ve İslamcılık Osmanlıyı kurtaramadı. Osmanlı devlet adamları, 1600’lerden 1900’lere 300 yıldan uzun süre çözülmeyi durdurmak için uğraşsalar da imparatorluğun 24 milyon kilometre kareden 300 000 kilometre kareye düşmesini önleyemediler.
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra eski düzen yani monarşi sürdürülseydi çözülme devam edecekti. Milli Mücadeleyi veren kadroların büyük kısmı bu acı gerçeğin farkında değildiler. Vatan kurtarıldı sorun çözüldü diye düşünüyorlardı. Padişahı velinimet olarak görüyorlardı. Oysa Mustafa Kemal ve ona inanan kadrolar için Milli Mücadele, Türk devletini dolayısıyla Türk milletini ayakta tutacak olan adımların ilkiydi. Bu adımları saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, hilafetin meclisin uhdesine geçmesi ve inkılaplar izledi.
İnkılaplar ve izlenen yöntemler kısaca bu süreçte yaşanan çok şey eleştirilebilir. Bu eleştirilerde haklılık payı da olabilir. Fakat cumhuriyetin çözülmeyi durdurduğu, erimekte olan Türk milletini ayağa kaldırdığı inkar edilemez. Cumhuriyetten sonra bir karış toprak kaybetmedik. Hatay, Kıbrıs, Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyi ise kazanımlarımız. Yarı sömürge konumundan teknoloji üreten, sanayileşmiş bir bölgesel güç haline geldik.