Evet ister samimi olsunlar ister gayri samimi sonuçta bütün dünya Ukrayna’nın yanında. Çoğu ülkeler Rusya’yı açık bir biçimde kınarken, büyük ülkeler de ambargo yaptırımlarını yüksek sesle duyurmağa başladı bile. Birçok Rus oligarkın dünya bankalarındaki hesaplarına el koymak, devlet yönetiminin üst düzey yöneticilerine ziyaret veya seyahat yasağı getirmek gibi nice yaptırımlar var dünya kamuoyunun gündeminde. Ayrıca onlarca ülkede mitingler düzenleniyor ve Ukrayna halkına destek mesajları veriliyor. Hatta Azerbaycan’ın komşusu olan Gürcistan bile Ukrayna’ya her türlü desteğini açık bir biçimde ifade etmektedir. Baş devletimiz olan Türkiye’miz ise en üst makamdan açık bir tavır sergiledi ve Sn. Cumhurbaşkanımız Erdoğan “Rusya’nın Ukrayna topraklarına başlattığı askeri harekât kabul edilemez” sözleri ile Ukrayna’ya destek verdi.
Peki bütün dünyanın, en başlıcası ise baş devletimiz olan Türkiye’mizin açık tavrı ortadayken Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Rusya’nın yanında saf almasını nasıl değerlendirmeli ve nasıl yorumlamalı?
Hem de Ukrayna’ya karşı.
O Ukrayna ki, son Karabağ savaşında Azerbaycan’a her türlü desteği verdi ve sona kadar da Azerbaycan’ın yanında durdu.
O Ukrayna ki, Azerbaycan’da birçok insan onu Türkiye ve Pakistan’dan sonra Azerbaycan’a en yakın olan üçüncü ülke ilan etti.
İşte o Ukrayna’ya karşı Rusya’nın işgal kararı aldığı ilk günde Putin’le birlikte “Müttefiklik Faaliyeti Hakkında Antlaşma” imzalamak ta neyin nesi?
Hem de 43 maddelik bir antlaşma.
Veya tüm Dünyaya göz dağı verircesine bu antlaşmanın şerefine kadehler kaldırmak ta hangi aklın veya hangi planın ürünü?
Şimdi bu antlaşmanın içeriği ile ilgili konuşmaya veya analiz yapmaya gerek bile yok. Çünkü bu antlaşma metninde öyle bir rezalet ve öyle bir sefalet içerikli maddeler var ki, hani derler ya düşman başına.
Çünkü buradaki bazı maddeler açıktan açığa Azerbaycan ve Türkiye ilişkilerine sınırlamalar getirmekte hatta o ilişkileri revize etme niteliği taşımaktadır.
Lakin her şeye rağmen böyle bir durumda İlham Aliyev bu imzayı atarken kime sordu?
Kimlere danıştı?
Hangi devlet kurumu veya yetkilileri ile istişare yaptı gibi soruları sormak dahi abesle iştigal olsa gerek.
Ancak burada tarihi öneme haiz olan şu soru ise mutlaka sorulmalı: İlham Aliyev Azerbaycan’ı baş devletimiz olan Türkiye’mizin saflarından koparmak ve Rusya’nın safına mı katmak istiyor?
Yahut Azerbaycan’ı Rusya’nın yanında Batı devletlerine karşı mı koymak istiyor?
Bir NATO üyesi ve baş devletimiz olan can Türkiye’miz ile ilişkilerimiz bu aşamadan sonra nasıl şekillenecek?
Peki Şuşa beyannamesi ve Türkiye ile olan antlaşmalarımızın kaderi nasıl olacak?
Şimdi burada bu sorular sayfalarca veya saatlerce uzayıp gide bilir tabi ki. Lakin buna hiç gerek yok.
Çünkü önemli olan bu ve bu gibi soruları çoğaltmak değil aksine bu soruları doğuran olaylardan dersler çıkarmaktır.
de başta yetkililer ve ilgililer olmakla birlikte dersler çıkarmak. Özellikle de Türkiye’mizin başındaki yetkililerin önderliğinde ve öncülüğünde.
Hani derler ya “gönül umduğundan küser” diye. Aynen o deyimde olduğu gibi; biz de ilk olarak baş devletimiz olan Türkiye’mizden ve onun yetkililerinden umuyoruz birçok şeyi.
Umuyoruz ki, Türkiye’miz Türk cumhuriyetlerinde demokrasinin gelişmesine katkıda bulunsun.
Diyoruz ki, hadi her adımdaki kişisel hakların ihlalinden vaz geçtik, hiç değilse halkların haklarının diktatörler tarafından çiğnenmesine Türkiye’miz engel olsun.
Diktatörlerin keyfi veya karanlık hesaplarına göre ülkelerimizin ve Türk dünyasının geleceği riske atılmasın.
Ülke insanını adam yerine koymayan tiranlar yüzünden bu milletin istikbali karartılmasın.
Çünkü Türk dünyasında ve İslam aleminde demokrasi ve insan hakları gelişmedikçe bizim güçlü toplumlara ve güçlü devletlere sahip olma şansımız yoktur.
Çünkü demokrasi veya insan hakları olmadan toplumların ve halkların fırsat eşitliği saklanılamaz. Fırsat eşitliği saklanılmadığı taktirde ise halklar ve ülkeler sahip olduğu çok yönlü imkân ve potansiyelini açığa çıkaramaz ve böylece gelişemez ve güçlenemezler.
Bu ülkelerin başına musallat olmuş diktatörler ise nesilden nesle aktardıkları “Rusya ile baş edemeyiz”, “Amerika’nın gücünü kabul etmeliyiz”, "Avrupa’nın istediklerini yapmalıyız” gibi nağmelerle milletin ve ümmetin varlığına kastetmeğe veya onlara karşı köle muamelesi yapmağa devam ederler.
bu anlamda dene bilir ki, Sovyetlerin çöküşünden bu yana devam eden 30 küsur sene gibi uzun bir zaman diliminde baş devletimiz adeta bir seyirci pozisyonunda kalmayı tercih etti. Ve ne acı ki, Türkiye’mizin uzun süreden beri devam ettirdiği bu pasif tutumun da önemli ölçüde payı vardır; bugün yaşananlar veya Türk ve İslam dünyasının aleyhine gelişen bu olaylarda.
Nitekim birkaç hafta önce kendi halkını terörist ilan eden Kazakistan’ın diktatör yönetimi, şimdi ise halkının iradesini hiçe sayan ve baş devletimizi görmezden gelen Azerbaycan. Acaba Türkiye’mizin bu gerçekleri görmesi için daha nelerin olması lazım ki?
Yoksa, yine mi bizim göremediğimiz veya anlayamadığımız başka meseleler var işin içinde?
NOT : 26 Şubat, tarihin en vahşice ve amansız soykırımlarından olan Hocalı soykırımının 30’uncu yıl dönümüdür. Bugün de Ukrayna’ya saldıran Rus şovenizmi ile onun kuklası konumundaki Ermeni faşizminin ortak cinayeti olan bu soykırım kurbanlarının timsalinde tüm şehitlerimizi saygıyla anıyor ve onlara rahmet diliyorum