Ülke olarak, gerek kişi hak ve özgürlükleri, gerek karar mekanizmalarındaki çoğulculuk, gerek halkın yönetime katılma oranı anlamında bir geri gidiş içindeyiz.
Zaten 150 yıldır borsa göstergeleri gibi inişli çıkışlı bir yarım demokrasimiz var.
Yarım olan demokrasimizi çeyreğin altına doğru hızla tüketiyoruz.
Devletimizi 20 yıldır yöneten Ak Parti iktidarı, kendisinden önceki Türkiye’yi beğenmiyor, ama ülkemizin demokratik verileri, ülkemizin ekonomik ve askeri büyüklük anlamında dünya sıralamasındaki yeri, yurttaşların devletlerine olan güveni, devlette kuvvetler ayrılığı, devlet kurumlarındaki görevlendirmelerde liyakat açılarından; Ülkemiz Ak Parti iktidarından daha iyi durumda idi.
Tabii elmalarla, elmaları kıyaslamak lazım.
2000’li yılların başlarında ülkemizde kişi başına düşen yıllık gelir 3 bin dolar civarında idi.
AB ülkelerinde de 15-20 bin dolar civarında idi.
Bu gün ne oldu?
Bizde kişi başı yıllık gelir 7.600 dolar olmuş iken AB ülkelerinde kişiye düşen yıllık gelir 50-80 bin dolar oldu.
Artı olarak bundan 20 yıl önce bir “Beka” sorunu yaşayacağımız, aklımızın ucundan geçmezken, şimdi birde beka sorunumuzun olduğu iktidar tarafından dile getiriliyor.
Toplumsal olarak ilerlememiz demokrasiye sıkı sıkı bağlanmamızla birebir orantılıdır.
Ve son yıllarda ve halen yaşadığımız demokraside geri gidişe bir son vermemiz, üzerimizdeki kabus örtüsünün kaldırılma anahtarıdır.
Ülkelerin siyasal ve ekonomik yapılanmaları, uzun zaman ölçeğinde zenginleşmelerinin veya fakirleşmelerinin, güvenli veya güvensiz bir yaşam sürmelerinin sebeplerini teşkil eder.
Ekonomik yapılanmalarda, demokratik fırsat eşitliği, özel mülkiyet, rekabet ve başarının teşvik edilmesi, olmazsa olmazlar olarak belirlenmiş kurallardır.
Bu kuralların olmadığı bir ekonomik ve siyasal sistemde toplumsal başarı ve ilerleme beklemek ham bir hayal olur.
Demek ki sisteminizi baştan düzgün, hakça, özgürlükçü kurmalısınız.
Yoksa Güney Kore ile Kuzey Kore’de yaşayanlar birbirlerinin akrabalarıdır. Yakın zamana kadar Batı Almanya ile Doğu Almanya’yı bir duvar ayırırdı.
Sistemleri farklı olan karşılıklı köylerde yaşayan ve akraba olan insanların her biri diğerinden on misli zenginlik farkı ile yaşıyorlardı.
Ülkelerin siyasal sistemlerinde kişi özellikleri, bilgi, öngörü, liyakat, tecrübe, kurumsallık ve toplumsallık aranmalı.
Çalışılmış kazanmışlık öncelenmelidir.
Doğumla gelen veya kişinin çalışarak edinmediği, çalışarak sahibi olmadığı olgular öne alınmamalıdır.
Son 20 yılda siyasal sistemimizde bir emperyalist dayatma olan “Ortadoğulaşma” görülmektedir.
Gelişmemiş toplumlar için öngörülen bir sömürü biçimi olan “Etnisiteye, dine, mezhebe” dayalı siyasal sistem, toplumları bölünmeye, toplumsal kinciliğe ve gerginliğe götürmekte.
Sonuçta çıkan toplumsal kavgadan da emperyalizm beslenmektedir.
Ülkemiz siyasal yapılanması da Sünni, alevi, Türk, Kürt partileri şeklinde diziliş hali almıştır.
Bu durum 40 yıl öncesinin Irak ve Suriye siyasal yapılanmasının aynısıdır.
Sonuç Suriye ve ırak diye birer devlet artık yok. Yerlerinde 5-6 devlet veya devletçik kuruldu.
Bölünmeden, toplumsal gerginlikten hatta yaşadıkları iç savaştan ne Suriye nede Irak’ın hiç bir dini veya etnisite gurubu veya hiç bir mezhep mensubu yarar sağlamadı. Hepsi ya ülkelerinde fakir yâda sürülmüş göçmen oldular.
Ülkesini, milletini sevenler olarak derhal bu siyasal yapılanmaya bir son vermeli.
Siyaseti bir hizmet aracı olarak kabul etmeli.
Siyasetten rant, bezirganlık, siyasi din, mezhep ve etnisite tacirlerine fırsat vermemeliyiz.
Merkezinde insana insan gözü ile bakabilen, milleti ve hizmeti merkezine alabilen, kapsayıcı, bütünleştirici, özgürlükçü, çoğulcu yapılara yer açmalı desteklemeliyiz.
Bu toplumsal hareketlenme sanki ortaya çıkıyor gibi.
Yeniden devlet planlama, yeniden devletin üretim ekonomisine geçiş yapması, Devletin üretim fabrikalarına dönüş yapması.
40 bin köyde bayrağımızın dalgalandırılacağının vaat edilmesini izliyoruz.
Toplumsal ihtiyacı karşılayacak yeni yapılara yol açmalıyız.
Yoksa toplum olarak da Ortadoğulaştırılmak isteniyoruz....