Aslında kişiler ve toplumlar için kader coğrafyadır.
Deprem bir tabiat olayıdır milyarlarca yıldan beri tüm dünya coğrafyalarında yaşanır, tıpkı yağmur gibi fırtına gibi, güneş ısısı gibi, tabii her tabiat olayının etkisi çapına göre değişir.
Yaşam biçimlerimiz tabiat olaylarına karşı davranışlarımızı biçimlendiriyor.
Türk milleti tarih boyunca göçebe ve yarı göçebe şeklinde yaşamış, halen de bu özelliğini koruyor.
Bin yıllardır süren Türk milletinin batıya göçü halen de sürüyor.
Sürmeye de devam edecek gibi görünüyor.
Milletimizin bin yıldır yaşam durağı diğer coğrafyalarda yaşadığı zor zamanlarda toplanma bölgesi ve bin yıllık vatanı Anadolu dünyanın aktif fay hatlarının olduğu bir kara parçasıdır.
Milyonlarca yıldır depremler bu topraklarda yaşanır Ege denizinin kara iken depremler sonucu deniz haline geldiği şimdi adı Sakarya olan ilimizin depremler öncesi göl olduğu bilim insanları tarafından söylenir.
Ülkemiz son yüz yılda yoğun bir kentleşme ile yaşıyor .
Yarı göçebe kültürle sağlanmaya çalışılan kentleşme yanında gecekondulaşmayı da getirdi. Gecekondulaşmanın bir tık ileri boyutu ise bu gün riskli diye tanımladığımız apartmanlar oldu.
Deprem gerçeği vardı fakat yöneticisi ve yönetileni ile elimizde sermaye birikimi olmayan günlük yaşayan bir toplum vardı ve o yönetici ve toplum toplamından statik ömrü ancak 30 yıl olan binalar çıktı.
Hâlbuki ekonomisi gelişmiş yerleşik toplumlarda yapılan binaların ömürleri 300 yılları geçiyor.
Sonuçta tıpkı çadır demokrasisine sahip olduğumuz gibi kentlerimizde çadır apartmanlara sahip olduk.
Ülkemizin deprem gerçeği ile sahiden yüzleşmesi 1999 Gölcük depremi ile oldu.
Gerçi daha önce Erzincan, Muş-Varto, Kütahya- Simav gibi depremler yaşanmıştı ama can ve mal kaybı anlamında en can yakıcısı 99 Gölcük depremi idi.
Konuşmamız gereken deprem gerçeği için 1999’dan bu güne nelerin hangi tedbirlerin hangi araştırmaların hangi uygulamaların yapıldığıdır.
Elimizde yaklaşık 10 milyon riskli çadır apartman ve bu binalarda ölümü bekleyen yaklaşık 30 milyon insan var.
Kötü binalar olmuş, neden olmuş, kim yapmış, kim almıştan ziyade olması gereken bu tabut binaların hızlı bir şekilde ya güçlendirilmesi ya da yenilenmesidir.
Devlet organizasyonunun temel görevleri arasında vatandaşının barınma hakkı herhalde en üst sıralardadır.
Demek ki vatandaşlarının güvenli bir konutta barınması bir devlet görevidir ve bu vatandaş hakkının devlet desteğine ihtiyacı vardır.
Devlet kaynakları vatandaşının güvenli konut sahibi olabilmesine yönlendirilmesi elzem gibi görünüyor.
Güvenli konutlar için kaynak nasıl sağlanacak?
Devlet israftan vazgeçecek, makam uçak filoları tasfiye edilecek, yandaş müteahhitlere aktarılan haksız kazançlar hesap edilip vergi olarak alınacak, İstanbul’da yapılan plan değişiklikleri ile kazanılan haksız paralar vergilendirilecek, Kanal İstanbul Projesinden vazgeçilip oraya aktarılması planlanan 75 milyar güvenli konut kredisi olarak ihtiyaç sahiplerine verilecek, Çevre Bakanlığı ve Büyükşehir Belediyeleri plan yönetmeliklerini toplum yararı gözeterek ve kentsel dönüşüme dönük düzenleyecek.
Tabii teşvikler çeşitlendirilebilir, çoğaltılabilir de.
Görülüyor ki Türkiye’de insanların güvenli konut sahibi olabilmek depremin zararlı etkilerinden kurtulabilmeleri için devlet kaynağına ihtiyacı yok, kendi içinde yönetmeliklerle ve kararlarla tamamlanabilecek bir proje yapılabilir.
Burada karar vericilerin yöneticilerin kendi ceplerini değil toplumu düşünmeleri gerekmektedir. Yönetenlerin milletini sevmesi ve ona hizmet etmek istemesi gerekiyor.
Deprem 1999’da oldu ilk kentsel dönüşüm yönetmeliği 2014 de uygulamaya girdi.
15 senede ancak bir yönetmelik hazırlayabilmişseniz sizi ancak mezar soygunculuğu ile izah edebiliriz.