Depremin öğrettikleri ve (bir türlü) öğretemedikleri

Abone Ol

Yakın geçmişimizde Türkiye’nin bir Deprem Dedesi ve bir de Toprak Dedesi vardı. “Deprem Dede” diye bilinen ve uzun yıllar Kandilli Rasathanesi’nin müdürlüğünü yapan Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, “Türkiye bir deprem ülkesi, onun için depremle yaşamasını öğrenip öğretmek zorundayız” diye ömrünün sonuna kadar konuşmalar yaptı, konferanslar verdi, okullara gidip çocuklarımıza deprem gerçeğini anlattı, bürokrasiyi, siyasileri uyardı ve nihayet 2013 yılında hayata veda edip gitti. Gitti gitmesine de gözü arkada kaldı. Çünkü, başta siyasiler olmak üzere anlattıklarına, ikazlarına yeterince kulak asan olmadı hatta gülüp geçenler oldu.

“Toprak Dede” diye bilinen Hayrettin Karaca da işini gücünü bırakıp erozyon tehlikesine dikkat çekerek Türkiye’nin çölleşmesini önleme uğruna bir ömür verdi. Kurucusu olduğu TEMA Vakfı ülkemizin ağaçlandırılması, meraların ıslahı için öncülük etti.  Çoğu zaman siyasilerle karşı karşıya kaldı. Çünkü onlar rant ve oy peşinde, Toprak Dede ise toprağımızın un ufak olarak akıp gitmesini önleyecek   ağaçlarla bezenmesinin derdindeydi. Ülkemiz bir uçtan bir uca ağaçlandırılıp meralar ıslah edilirse yağışlar artacak, kuraklık önlenecek, toprak kaymaları önlenecek, tarım ve hayvancılık canlanacaktı. Çok işler başardı ama yeterli desteği bulamadığı için gözleri arkada kalarak 2020 yılında bu dünyadan göç edip gitti. Öyle umuyorum ki bu dünyadaki gayretlerinin karşılığı öbür dünyada kendisine verilmiştir.

Ülkemizde yaşanan kuraklık ve depremler Toprak Dede Hayrettin Karaca ile Deprem Dede Ahmet Mete Işıkara’nın ne kadar haklı olduklarını her defasında ortaya koyup yüzümüze vuruyor ama yine de ders almıyoruz. Hele de siyasilerimiz tınmıyorlar bile.

Hal böyle olunca 6 Şubat günü öyle bir depremle sarsıldık ki millet ve devlet olarak feleğimizi şaşırdık. Bir uçtan bir uca Türkiyemizin hemen her yerinde hissedilen deprem özellikle on ilimizde büyük yıkıma ve can kayıplarına sebep oldu da yalnızca ciğerlerimiz değil yüreklerimiz yandı.

17 Ağustos 1999’da meydana gelen ve “Gölcük Depremi” diye anılan depremde de büyük yıkım ve can kayıpları olmuştu. O depremden sonra duygularımın dile gelmesiyle yazdığım şiir şu mısralarla bitiyordu:

“…Lakin daha çok işimiz var/İşler durası değil./Yaralar sarılacak/Yıkılan yapılacak,/Giden geri gelmez ya/Gelene ders olacak;/Dersine iyi çalış çocuğum!”

Kimse dersine çalışmadı. Bir iki göstermelik faaliyetten sonra her şey unutuldu. Adet olduğu üzere uzmanlar televizyon kanallarında anlattılar da anlattılar, siyasiler veryansın ettiler, muhalif gazeteler “Devletin çöküşü” diye manşetler attılar, sonra her şey unutuldu. Arada başka depremler de oldu; çünkü burası bir deprem ülkesi. Sonra 2020 yılındaki Elâzığ depremi, İzmir depremi ki ikisi de daha dün gibi yakın ama bizler ve özellikle siyasilerimiz depremlere, başka felaketlere çok ama çok uzaklar! Hemen işin kolayına kaçıp “Takdir” diyerek, “Kader planı” diyerek geçiştirmeyi ve geçici tedbirlerle ortalığı yatıştırmayı çok iyi beceriyorlar. Ya sonra? Sonrasını işte hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz.

1999 depreminden sonra bir “Deprem Yönetmeliği” çıkmış, sonra kaç defa yenilenmişti. Kanunlar, yönetmelikler hep vardır ama uymadıktan, uyulmadıktan sonra hiçbir işe yaramazlar. Hele de bu kanun ve yönetmelikler öncelikle yönetenler tarafından çiğneniyorsa felaketlerin gelmesi kaçınılmazdır. 1999 depreminden sonra kaç defa İmar Affı çıkarıldığını, kaç defa İhale Yönetmeliği değiştirildiğini ve sonuçlarını düşünüp sorgulamak zorundayız.

Ortada “Bilim” diye bir gerçeklik var. Dünya’nın çeşitli yerlerinden geçen ve depremlere sebep olan Fay Hatları var. Bu hatların önemli bir bölümü de Türkiyemizde. Fay hatlarının nerelerden geçtiğine dair haritalar yayınlanıyor. Yerleşim yerleri ona göre kurulmaz, ekime dikime elverişli ovalar, dere yatakları imara açılır, çıkarılan yönetmeliklere uyulmaz, gereken denetimler de yapılmazsa sonuç işte böyle olur. Oraya buraya çekiştirmeye gerek yok, Türkiye’de yaşanan tam da budur.

Ağlamak sızlamak kâr etmiyor. Aklımızı başımıza almaz, siyaset kurumu oy deposu olarak gördüğü birtakım çevrelerin boyunduruğundan kurtularak olması gerekeni yapmazsa daha çok ağlar ve geleceğimizi mahvederiz. Bulunduğumuz coğrafya tarih boyunca olduğu gibi hem dış tehditlere hem de tabii afetlere açık bir bölge. Onun için kurallara uymak, bilimden olabildiğince yararlanmak zorundayız. Çünkü Türkiye siyasilerin insafına ve keyfiliğine bırakılamayacak kadar değerli bir ülkedir.  

 Millet olarak insanımız kara gün dostudur. Nitekim deprem bölgesine yurdun her yerinden tırlar dolusu yardım akıyor. Gönüllü kuruluşlar, her siyasi partiden belediyeler ve şahıslar kurtarma çalışmalarına katılıyor. Ancak milletin gücü daha fazlasına yetmez. Yıkılanı yapmak, hasta ve yaralıları tedavi etmek, borçlarını silmek devletin görevidir. Durum bu iken bazı kendini bilmez siyasilerin “Falan ittifakı olarak sahadayız” diye beyanat vermeleri, “Reis yapar” diye teweet atmaları son derece abestir. Yıkılanı yapmak şahısların ya da ittifakların değil devletin görevidir. Böyle bir zamanda bu konulara girmek istemezdim ama başta Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya Büyükşehir Belediyeleri bütün imkanlarını seferber etmişken bir bürokratın “Yardımlarını esirgemeyen AKP’li belediyelere teşekkür ederim” diye teweet atması, bazı valilerin CHP’li bir belediyelerin yardım tırlarındaki ismini kapatması olacak iş mi Allah aşkına? Felaket günlerinde de siyaset yapılacaksa batsın bu dünya! Başka ne diyeyim?  

Devletimiz ağır bir yükle karşı karşıyadır ve boşa harcayacak kör kuruşu bile yoktur. Onun için yıllarca kullandığım ve yazılarıma da aldığım bir cümlemi tekrar edeceğim. Devlet kurumlarımız adeta israf batağına batmış durumdadır. Makam aracı ve kiralık bina saltanatı almış başını gitmektedir. İddiamda ısrar ediyor ve şu olanlardan sonra daha yüksek sesle dillendiriyor, tekrar yazıya geçiriyorum: Devlet kendi israfını önlerse Türkiye’nin gücü en az ikiye katlanır!

Artık lükse, israfa, şatafata ayrılacak tek bir kuruşumuz bile yoktur. Onun içindir ki devletimiz, başta “Çılgın proje” olarak tanıtılanlar olmak üzere hayati olmayan projeleri derhal durdurmalı, bazılarını tamamen gündemden çıkarmalıdır. Zaruri haller dışında “Yap İşlet Devret” projelerine yer verilmemeli, hele de “Müşteri Garantili” uygulamalardan kesinlikle vazgeçilmelidir. Bu tür projeler için “Kasadan bir kuruş vermeden yapıldı/yapılacak” söylemi doğru değildir ve tamamen yanıltıcıdır. O projelerin 25 – 30 yıla yayılan ödemeleri yine hazineden yani milletin kesesinden çıkacak, devletin borcu dededen toruna devredecektir. İtibar şatafatla ve gösterişle sağlanmaz. Gösterişe dönük olmayan ayağı yere basan üretime dönük yatırımlarla sağlam, dik ve ahlaki duruş en büyük itibardır.

27 Mayıs’tan sonra kurulan ihtilal yönetiminin yaptığı en önemli icraat Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması idi. Ne yazık ki yatırım planlaması açısından devletimizin en önemli kurumu olan bu teşkilat kapatılmış, yatırımlar ve projeler tamamen siyasilerin keyfi uygulamalarına bırakılmıştır. O teşkilat liyakatli mühendis ve bürokratlardan oluşan bir kadro ile tekrar hayata geçirilmeli, yatırım planlamaları orada yapılmalıdır.  

Ne yazık ki kadük hale getirilen Atatürk Hava Limanı’nın önemi yaşanan bunca deprem, sel, rüzgâr, fırtına gibi hava şartlarından sonra bir daha, bir daha anlaşılmıştır. Konumu itibariyle her bakımdan en uygun yerde bulunan Atatürk Hava Limanı’nın yıkılan pistleri yeniden yapılarak İstanbul Hava Limanı’nın yükü azaltılmalıdır.

“Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu zamanda!” Bu sözü sık sık duyuyoruz ama işin içine siyaset girince ne birlik kalıyor ne beraberlik. Ezcümle, siyasiler ve bürokratlar başta olmak üzere herkes kendine çeki düzen vermelidir.

Son yaşanan deprem felaketi de bunları öğretemezse bizlere yazıklar olsun.