19. yüzyıldan itibaren İmparatorluklar çağının yerini milli/ulus devletler aldı. Kabilecilik yerini milletlere-uluslara bıraktı.
Günümüzde devlet olarak kalmak, millet olarak kalmakla mümkün hale geldi.
Lakin hala çağın dilinden, ruhundan habersiz olanlar var. Demokrasi kisvesi altında çok dillilik teşvik ediliyor, eğitim dilinin çeşitlenmesi için çağrılar yapılıyor. R.Kastoryano, bu tip çağrıları, bir ve bölünmez ulusu, etnik gruplara, din veya bölgesel cemaatlere ayrıştırmak- için tohum halinde olan uluslara zemin hazırlamak olarak niteler.
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler adlı eserinde; bütün aidiyetler içinde dilin en belirleyici olanlardan biri olduğunu, İki topluluk farklı diller konuştuğunda ortak dinlerinin onları bir araya getirmeye yetmeyeceğini söyler. Maalouf, Cezayir'i kana bulayan fanatizmin dinden kaynaklanmadığını daha çok dille ilgili hoşnutsuzluklarla ilgili olduğunu şu şekilde ifade eder: Fransa Cezayirli Müslümanları Hıristiyan yapmaya asla kalkışmamıştır, ama dillerinin yerine çabuk tarafından ve karşılığında onlara gerçek bir yurttaşlık vermeden kendi dilini koymak istemiştir.
Milliyetçiliğin ateşinin yüksek olduğu her yerde, dil parçalanmasının sonu toplumun parçalanmasıdır. Son elli yılda bunun bir çok örneği görüldü. Dilin, iletişimin ötesinde kimlik yapıcı bir fonksiyonunun da olması, dil farklılaşması ile birlikte kimliklerin farklılaşması sorunu ortaya çıktı.
ABD dünyanın en demokratik ülkelerinden biri. Amerika rüyası ile ABD'nin bir özgürlük ülkesi olduğu pazarlanır.
ABD'de yüzde 13-15 civarında Hispanik yaşıyor, adından da anlaşılacağı üzere dilleri farklı. Hispanik çocuklarının sınırlı İngilizce bilgilerinin eğitimde başarısızlığa sebep olduğu, bu nedenle eğitim dilinin çiftleştirilmesi gerektiği yönündeki talepleri 1968'de ilan edilen Billingual Education Act' ta(Çift Dilli Eğitim Yasası) değişikliğe giderek karşılamıştır. Buna göre, ülkeye yeni gelen yabancı çocuklarına İngilizceyi birinci dilleri olarak öğreninceye kadar, eğitimlerinin bir kısmını ana dillerinde sürdürmelerine imkan tanınmıştır. ABD o tarihteki yasa ile bunu sadece kısa bir süre ve İngilizceyi ana dil haline getirme şartı ile sınırlı tutmuş, genelleşmesine,eğitim sürecinin tamamına teşmil edilmesine izin vermemiştir. Amaç bir başka dili eğitime dahil etmek değil, İngilizceyi birinci dil haline getirmektir.
ABD'yi bir arada tutan tutkallardan biri de bu İngilizce duyarlılığı ve dil birliğidir.
Dilin dünyadaki tüm ulusları izah ettiğini, her millet için aynı sonuçlar yarattığı söylemek mümkün değil. Zira dil ortaklığının da tek başına bir arada yaşatmaya yetmediği (ortadoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar gibi) bir çok örnek var. Bu yine de dilin önemini ortadan kaldırmaya yetmez. Maalouf, İsrail'in güçlü bir ulus oluşturmasını din bağından çok, kendilerini İbranice gibi ulusal bir dille donatmış olmalarına bağlar. Etnik hoşnutsuzlukları işleyen politikacılar yüzünden kendini boş vaatlere kaptırmayan politikacıların yavaş yavaş kenara itildiğini söyleyen Maalouf, bu yüzden ulusal cemaate ait olma duygusunun zayıflayıp kabileciliğin güçlendiğini, bu yaklaşımın Avrupa'da Belçika'yı, Ortadoğu'da Lübnan'ı yarattığını belirtir.
Görüldüğü gibi etnik vaatçilik milli bütünlüğü güçlendirmiyor, tam aksine kabileciliği besleyerek milli aidiyeti zayıflatıyor.Siyasetçilerin ayrılıkçılardan farklı görüşlerinin olması gerekir. Yeni kurulan bazı partilerin, yüz yıl önce Kürt teali cemiyetinin, 50 yıldır PKK'nın geveleyip durduğu sözleri tekrar etmelerinin -yeni olan - bir tarafı var mı? Dil kabileciliği, siyasi kabileciliğe kapı aralar. Lübnan ve Belçika örnekleri yeterince açıklayıcı değil mi?