Dinin siyasete alet edilmesi yeni bir durum değil. Hemen her din siyasetin istismarına uğramıştır.
Mesela, M.Ö. 1800'lü yıllarda Babil Kralı Hamurabi'nin adıyla anılan kanunlarda bu yasaların adalet ve güneş tanrısı Şamaş tarafından gönderildiği iddia edilir. Giriş, yasalar ve sonuç bölümünden oluşan kanunlarda, Hamurabi, kendisinin halkı yönetmek için baştanrı Marduk tarafından gönderildiğini, adaleti tesis etmek için yasalar çıkardığını belirtmektedir.
Keza aynı döneme ait Gılgamış destanında, Kral Gılgamış'ın annesinin bir tanrıça, kendisinin ise üçte iki tanrı, üçte bir insan olduğu ifade edilmiştir.
Aynı din siyaset ilişkisini Hıristiyanlıkta da görmek mümkün. Başlarda siyasete ilgisiz kalan Hıristiyanlık ikinci kurucu kabul edilen Paulus'tan sonra iktidara itaati Hıristiyanlığın bir rüknü haline getirmiş, bunu da Kitab-ı Mukaddesin Yeni Ahit bölümündeki Hükümdarlar Tanrı'nın hizmetçileridir şeklindeki 13. babın 1. ayeti ile temellendirmiştir.
Sonraki dönemlerde 492-496 yılları arasında papalık yapan 1.Gelasius bu öğretiyi bir adım ileri taşıyarak kilise lehine çevirmiş ve imparatorun kilisenin efendisi değil çocuğu olduğunu belirterek devlet- kilise ilişkilerinde kiliseyi piramidin üstüne taşımıştır. Papaların imparatorlara taç giydirmesi, kilisenin devletler üstü bir güç haline gelmesi bu yaklaşım değişikliğinden sonra gerçekleşmiştir. İktidar gücünün sahibinin Tanrı olması ve kilisenin Tanrı'yı temsil eden bir kurum olmasından hareketle Tanrı'ya ait olan iktidarın onun yeryüzünde ki temsilcisi kilise tarafından kullanılması gerektiği fikrine dayanan bu görüş, kralları Kilisenin bir memuru haline getirmiştir. Batı dünyası, zamanla bu kilise dini ile Hıristiyanlığı özdeşleştirmiş, tepkilerini kilise ile birlikte Hıristiyanlığa da yöneltmiş, ondan kurtulmaya çalışırken büsbütün dinden de uzaklaşmıştır.
İslam dünyası dinin siyasete alet edilmesini ilk olarak Emevilerle tanımıştır. Bu dönemde din siyaseti belirleyen bir mekanizma olmaktan çok, iktidarda olanların konumunu pekiştiren bir mekanizma olarak kullanılmış, öyle ki sultanları Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören bir anlayış ortaya çıkmıştır. Hatta Taberani, bu minvalde bir hadis de nakletmektedir. Sultanlar Allah'ın yeryüzünde gölgesi olarak kabul edilince onlara itiraz etmek, icraatlarına karşı gelmek de imkansızlaşmakta, beşeri olan ilahi hüviyete büründüğü için her türlü muhalefet din karşıtı olarak kodlanabilmektedir.
İbni Haldun, din bağının her türlü asabiyeden daha güçlü olduğunu savunur. Siyasetçileri din istismarına iten de budur; dinin bağlayıcı gücünden yararlanarak kitleleri kendi yanlarında tutmak. Haldun'a göre üç çeşit siyaset biçimi vardır: akli siyaset, medeni siyaset, dini siyaset. Akli siyaseti ikiye ayıran İbni Haldun, İslam dünyasında ve diğer ülkelerde uygulanan siyasetin şiddet ve cebre dayalı olan ve kamu yararının, hükümdarın çıkarına endekslendiği model olduğunu söyler. Din de bu modelin oluşturacağı yakınmaları, şikayetleri ortadan kaldırmak, iktidarı tehdit edecek bir noktaya varmasını engellemek için kullanılan bir susturucudur. Zira, yönetim yetkisini tanrıdan alan bir kişi eleştirilemez, liyakati tartışılamaz, yetkisini tanrıdan aldığı için de alaşağı edilemez. Topluma doğrusunu yanlışını sineye çekmek kalır. Bunun en kötü sonuçlarından biri, tıpkı Hıristiyan dünyasında olduğu gibi İslam dünyasında da yönetenlerin icraatlarının İslam'la özdeşleştirilmesi ve tepkilerin İslam'a yönelmesidir.Kilise dini Hıristiyanlığı bitirirken, siyasal İslamcılığın da İslam'ı zayıflatma, dini değerlere olan güveni sarsma riski vardır.Oysa Kuran-ı Kerim'de Müslüman bir topluluğun yönetenlere itaati, onların Allah ve Resulünün emir ve yasaklarına uymalarına bağlanmıştır. Bu yönüyle İslam, yönetenleri yönetilenlerin denetimine tabi tutmuş, adalet, doğruluk, iyilikle hükmetme ve danışma gibi prensipler getirmiştir.
Not: Bu makalede Yıldırım Torun'un Orion Yayınları arasında çıkan Din ve Siyaset İlişkisi isimli kitabından yararlanılmıştır.