Dış borçlar; ülkeleri, siyasi ve ekonomik olarak çok derinden etkileyen en önemli değişkenlerinden biridir. Yeterli sermaye birikimi ve yüksek tasarruf oranına sahip olmayan ülkelerin, istisnalar hariç olmak üzere dış borç alması, neredeyse kader gibidir...
Gelişmekte olan ülkelerde, gelir yetersizliği ve buna bağlı olarak tasarruf oranları düşüktür. Bundan dolayı, ülkelerin gelişmesi için gerekli olan yatırımlar, öz kaynakların yetersizliği sebebiyle yapılamayınca dış borçlanmaya gitmek zorunlu bir sonuç olarak karşımıza çıkar.
Oysaki, son yirmi yıl içinde ekonomilerini 4 ile 10 kat arasında büyüten ve bizimle aynı ligde bulunan ekonomilere baktığımızda, tasarruflarının GSYH'ya oranı %35 civarındadır. Bu ülkelerin tasarruflarıyla birlikte, yatırımlarının GSYH'ya oranı %35 civarında olmuştur. Maalesef ülkemizdeki bu oran 2002'de %23 civarında iken, şimdilerde %13'lere düşmüş durumdadır.
Tasarruf ve sermaye birikiminin eksikliği sebebiyle sıklıkla başvurmak zorunda kaldığımız dış borçlanmanın, verimli ve rasyonel kullanılmak şartıyla umulan faydalarını şöyle sıralayabiliriz;
- Dış borçlanma yoluyla sağlanan kaynaklar yatırım ve tüketim harcamalarında artışa yol açar, ülkenin ekonomik ve beşeri olarak yatırım kapasitesini arttırır. Yeni yatırımlar makro ekonomik açıdan büyümeyi, gelişmeyi ve refahı arttırır. Mevcut ve yetersiz iç kaynaklara ek olarak yeni kaynaklar getirir. Önceki dış borçların ödenmesinde kolaylık sağlar.
Ancak sayılan faydaların oluşabilmesi için, alınan dış kredilerin rasyonel ve planlı bir şekilde verimli alanlarda kullanmak gerekir. Bu yapılmadığı taktirde ise; başta dış ödemeler açığı sebebiyle ortaya çıkan krizler olmak üzere, ekonomik ve siyasi sonuçları bakımından çok vahim sonuçları da ortaya çıkabilir.
Nitekim tarihimizde bulunan olumsuz ilk örnek olarak, Osmanlı 1854 yılına kadar iç borçlanma yaparken, bu tarihte İngiltere’den borç aldı ve sonuçta da maalesef siyasi egemenliğimizi ağır bir şekilde tehdit eden;
- Galata bankerleri ve
- Duyun-i umumiye tablolarını yaşadığımızı da unutmamak gerekir...
Daha sonra 1957, 1974, 1980, 1994 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi...
Günümüzde ise;
Geçmişin kötü örneklerinde olduğu gibi, dış ödemeler dengesinin bozulmasına yol açan Türkiye'nin dış borç miktarında ürkütücü bir artış eğilimini, ve isabetsiz kullanımın ağır sonuçlarını görmekteyiz.
2002 – 2019 döneminde toplam brüt dış borç miktarı % 350 ‘ye yakın bir artışla 129 milyar dolardan 453 Milyar ABD dolarına yükselmiştir..
Bir ülkenin dış borçlarının büyüklüğü değerlendirilirken, esas alınan ölçüt, toplam borçların Gayri Safi Milli Hasılaya (milli gelire) oranıdır. Bizdeki oranın artış sebeplerine baktığımızda, daha çok dış piyasalardaki gelişmelerin etkili olduğunu görürüz.
Bu anlamda 2008-2009 küresel krizi sebebiyle ABD Merkez Bankası FED parasal hacmi 800 milyar $'dan 4 Trilyon 600 milyar $'a çıkarması sonrasında Türkiye'nin dış borçları da miktar ve GSYH'ya oranı bakımından sürekli bir şekilde artmıştır.
Türkiye'nin 2002 yılı toplam milli gelirini "eski seri" hesaplarla 237 milyar $ kabul ederek, 129 milyar $'lık dış borcun GSYH'ya oranını, iktidar sahiplerinin yaptığı gibi % 54,8 olarak ilân etmek ve bu orana göre 2019 yılı dış borçlarını mukayese etmek ise, hepimiz için çok büyük bir yanılgıdır.
DIŞ BORÇLAR VE YILLIK VERGİLERİN GSYH'YA ORANI
Dış borcumuzun GSYH'ya gerçek oranını bulmak için ise; 2003 yılında toplanan vergilerin miktarına baktığımızda, Türkiye'nin tahsil ettiği vergiler $ cinsinden 58,4 milyar dolardır. Bu miktar GSYH'nın %18,5'i civarındadır. Nitekim; Türk Ekonomisin son elli yılını inceleyin, toplanan vergilerin GSYH'ya oranının hiç bir zaman %19'u geçtiğini göremezsiniz. Bu anlamda AKP hükümetlerinin sözde en parlak yılları sayılan 2014-2018 ve sonrasında 2019-2020 yıllarının program hedeflerine bakalım mı?
* 2014 yılı GSYH 2.044 Trilyon TL Vergilerin GSYH'ya oranı %18,9
* 2015 yılı GSYH 2.338 " " " " %19,1
* 2016 yılı GSYH 2.608 " " " " %19,3
* 2017 yılı GSYH 3.106 " " " " %18,6
* 2018 yılı GSYH 3.701 " " " " %16,7
* 2019 yılı GSYH 4.269 " " " " %15,2
* 2020 yılı GSYH 4.450 " " " " %17,6
Yukarıdaki tablonun vergi gelirlerinden hareketle ve ortalama %18'lik vergi geliri hesabıyla, 2002 yılının gerçek GSYH miktarını hesaplarsanız yaklaşık 324,5 milyar $'lık rakamı bulursunuz. (Bu hesaplamayı anlamayan veya merak edenlere, bu yazının kapsamını uzatmamak adına sonra ayrıntılı bir şekilde anlatabiliriz.) Sonuçta Türk ekonomisi teknolojik üretim yapan ve yüksek katma değer yaratabilen bir ekonomi değildir. Yukarı oranlarını verdiğimiz vergilerin %71'i halkın tüketimi üzerinden alınan dolaylı vergilerden oluşmakta olup, "gelir ve kazançtan" beyan yoluyla alınan vergilerin oranı, toplam vergilerin %15'ini hiç bir zaman geçmemiştir.
Meselenin tam anlaşılabilmesi için gerçekleşmeleri tamamlanmış 2018 yılından bir örnek verelim; bu yıla ait 3 Trilyon 701 milyar TL'lık GSYH'nın %16,79'u oranında olmak üzere, toplam 621 milyar TL vergi toplanabilmiştir.
Nitekim, bu tezlerimizi destekleyecek şekilde 2006 yılı sonrasında "yeni seri" GSYH hesaplama yöntemine göre, birincisinde %31 ve ikincisinde de %18 olmak üzere, Türkiye'nin GSYH hesapları kağıt üzerinde toplam olarak 265 milyar $ artırılmıştır.
Bu durumda 2002 dış borç toplamının GSYH'ya oranı da azami %39,7 olmaktadır. Buna karşın, 2019 yılının son çeyreği için revize edilmiş YEP hedeflerine göre ise; GSYH rakamı olarak hesaplanan 749 milyar $'ı esas aldığımızda, 453 milyar $'lık toplam dış borcun GSYH'ya oranının %60,5 olduğu anlaşılacaktır.
Dış borçlarda dâhil olmak üzere; Milli gelire göre orantılandığında, Türkiye'nin her türlü iç ve dış borcunun oranı GSYH'nın %163'ü olmasına karşın, dünyanın en borçlu ülkesi %238 ile Japonya olmasına karşın, bu ülkede faizler eksi (-) seviyesindedir. Amerika'nın Rusya gibi, bazı diğer ülkelerin de yüksek oranlarda borcu bulunmaktadır...
Ancak "Türkiye'nin dış borçların çok da yüksek olmadığı" yönündeki karşı itirazlara cevap olmak üzere; gelişmiş veya zengin doğal kaynaklara sahip ülkelerle, bizim gibi ülkelerin borç oranlarını karşılaştırmak doğru bir yöntem değildir...Bu anlamda bir karşılaştırma yapmak gerekirse; aynı ekonomik kategoride bulunan "gelişmekte olan ülkeler" arasında yapılmalıdır.
Türkiye’nin ise bu ölçülerde dış borcu sorunu yok ama, sonuçta döviz üretecek, ileri teknoloji ürünü ve yüksek katma değer sağlayacak bir üretim alt yapımız veya zengin doğal kaynaklarımız da yok.
Buna karşın dış ticarette büyük açık vermek bakımından ciddi bir cari açık sorunumuz var. 17 yıl boyunca toplam 1 Trilyon 60 milyar $ dış ticaret açığı ve 575 milyar $'da cari açık vermiş durumdayız.
Hatta çarpıcı bir örnek olması bakımından miktar olarak, 2013 yılında ABD ve İngiltere'nin ardından Dünyanın en büyük "üçüncü" dış ticaret açığı olarak 99,8 milyar $ açık vermiş bir ülkeyiz...Bu açık miktarı AKP hükümetleri öncesindeki Türkiye'nin toplam 50 yıllık dış ticaret açığından bile daha fazladır...
Bu açıkları finanse etmek için de son 17 yıl içinde toplam 62 milyar $'lık özelleştirme, 220 milyar $'lık doğrudan yatırımın yanında, 2019 yılı bakiyesi olarak da 453 milyar $ borçlanmak zorunda kalmışız. Aynı şekilde 17 yıllık bu süre içinde; 166 milyar $'ı faiz olmak üzere, toplam 920 milyar $'lık borç ödemesi yapmış veya borç yenileme işlemi yapmışız.
Önemli olan borç değil borcu döndürebilmektir. Borcu döndürebilmek için de, yüksek katma değer yaratacak bir üretim alt yapısına sahip bir ekonominiz varsa, korkacak bir şey yoktur.
Tam aksine bu borçlarla %72 oranına ulaşmış ithal ara malları ve hammaddeye ihtiyaç duyan bir imalat sanayiniz varsa, bu dış borçlar içeride ve dışarıda elimize vurulmuş pranga gibidir.
Keşke 453 milyar $ değil, bir trilyon $ dış borcumuz olsaydı da;
* Yıllık 500 milyar $ ihracat yapacak,
* Her yıl 100 milyar $ dış ticaret fazlası verecek,
* 10 milyon konut satışıyla övündüğümüz İnşaat sektöründe bile %43 oranında ithalata dayalı bir üretim yapısı yerine, tamamını kendimizin üreteceği bir ekonomimiz olsaydı.
* İktidar sözcülerinin bu kürsülerde övündüğü gibi 65 milyar $ ödediğimiz 197 milyon akıllı telefon ve PC ithal edip satmak ve bunlar üzerinden bir o kadar vergi toplamak yerine, her yıl 50 milyon akıllı cihaz ihraç etmekle övünseydik.
* 17 yılda teknolojisi ve markası bize ait olmayan 11,8 milyon otomobil satışıyla övünmek yerine, dünyada kamudan en çok iş alan 10 firma arasına 5 firma sokmak yerine, 3 tane Dünya markası oluşturabilseydik.
* 55 milyar $'a 437 adet AVM inşa edip, yüz milyarlarca $'lık ithal tüketim malları satmak yerine, milyonlarca insanımızın çalışacağı fabrikalar, işyerleri açabilseydik.
* 17 yıl içinde yaptığımız 2 Trilyon 905 milyar $'lık Bütçe harcamasının, %20'ini yatırımlara ayırıp, yarattığımız istihdamı 35 milyon seviyesine çıkarabilseydik.
* Keşke toplam 146 milyar $'lık YİD ve KÖİ projeleriyle bugünümüzü ve geleceğimizi ipotek altına almak yerine, yaptığımız yatırımlarla ülkemizi üretim ve ticaret üssü haline getirebilseydik.
Görüldüğü üzere; sorun, dış borcumuzun olması değil, sorun bu borçları çevirecek şekilde 17 yıldır Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’nin öz kaynakları ve dış borcuyla verimli ve üretken bir ekonomik alt yapıyı kuracak ekonomik politikaları üretmemeleridir.
Oysa ki tam aksine mevcut dış borcumuzu çevirebilecek, döndürebilecek şekilde ekonomik planlamalar yerine, dünyadaki "düşük kur ve faiz, bol para" döneminde sadece tüketime dayalı bir borçlanma politikaları yürütmeleridir.
Bu politikaların sonucu olarak da sorun; bir yıl vadeli borç stokuyla, Merkez Bankanızın sahip olduğu toplam rezervler arasındaki oranın 1/1'in altına düşmesi ve bu uluslararası standarda göre "kırılgan ekonomiler" kategorisine düşmenizdir asıl sorun. Yani bir yıl vadeli dış yükümlülükleriniz 167,4 milyar $ iken, rezervleriniz 100 milyar $ civarında ise, sizin ekonominiz "kırılgan" ekonomiler kategorisindedir.
Bu olumsuz göstergelerin yanında, ülkenizdeki hukuk ve demokrasi standartların da dip sıralara düştüğünüzü gösteriyorsa, Türkiye'nin dış borçlarını döndürülebilmesinde sıkıntılar var demektir...
2019 yılı ölçümlerine göre;
* 167 ülke arasında, totaliter yönetimler kategorisinin bir üstünde bulunan "Hibrit Demokrasi" kategorisiyle 110, sıraya;
* 126 ülke arasında Hukukun Üstünlüğü standardına göre 109,
* Hükümetin hukuki denetime tabi olması standardına göre 123.
* Temel hak ve hürriyetler standardın da ise 122.sıraya düşmüşseniz, elinizde sadece atalarımızın armağanı olan bu coğrafyanın bize sağladığı, ancak bunu bile kötü kullandığımız "jeo-politik" avantajlardan başka da bir enstrümanımız kalmamış demektir.
Bütün bu sebeplerle içinde bulunduğumuz dönemde borcu çevirememe, yeni borç bulma, yeni kredi alma sorunumuz var.
17 yılda Trilyonlarca $'lık kaynak kullanmış mevcut yönetim, hepimize nefes aldıracak 50 milyar $'lık ilave bir kaynak için, IMF dahil her ihtimali değerlendirecek durumdadır. 2019 yılı başında diğer ülkeler dış borçlarını yüzde 1-2 arasındaki bir faizle alırken, Türkiye Dünyanın en pahalı faizine muhatap olmasına rağmen, yani %7,68'lik faiz oranına karşılık, istediğimiz kadar borçlanma imkanın da bile artık mahrumuz.
2019 ikinci yarısından itibaren Amerika önderliğindeki parasal genişleme sınırlı olmakla beraber, dünyada faizler tekrar düşmeye başlamış ama bu durum yine de Türkiye’ye yeni sermaye akışı başlatmamıştır.
Nitekim dış Kredi Temerrüt Takası (CDS) göstergeleri bir ara 500'lü rakamları da görmüş, şimdi ise 300'lü rakamlara inmiş olmasına karşın, yine de Türkiye gelişmekte olan benzer ülkelere göre 3 kat daha fazla riskli olduğu görülmektedir.
Mesela Londra borçlanma piyasasında 10 Milyon Dolar değerinde hazine tahvilini sigorta (CDS) ettirmek için talep edilen miktarlar benzer ülkelere göre şu şekildedir;
* Rusya 65 Bin Dolar,
* Brezilya 117 Bin Dolar,
* Güney Afrika 185 Bin Dolar,
* Türkiye ise 315 Bin Dolar risk primi ödemektedir.
Bu rakamlar Türkiye’nin yüksek faizin ötesinde (CDS) sigorta primi olarak ödediği en üst düzeyde oranı göstermektedir.
T.C. olarak hukuk devleti olduğumuzu, demokrasi standartlarını yükselteceğimizi, kuvvetler ayrılığına dayalı güçlendirilmiş veya iyileştirilmiş parlamenter sisteme geçileceğini hemen ilan edip, anayasal zemini hazırlayacağımızı ilan etmemiz lazım.
Tek adam yönetiminden vaz geçmemiz lazım, yoksa bisikletin pedalı çeviremeyiz, borçlarımızı döndüremeyiz ve bisikletten düşeriz…
Bütün bu olumsuz gelişmelerin sonucu olarak; işsizlik can yakıcı bir şekilde çok artmış, cari açık büyümüştür.
Düşük kur, ucuz faiz cazibesiyle yapılan yüksek dış borçlanmaları ile yapılan yatırımların geri dönüş süreleri uzun yıllar alacağından, hatta bu kur seviyesiyle geri ödemelerin yapılamama ihtimali ortaya çıkmışken, hem kamunun hem de özel sektörün yatırım imkanı artık çok sınırlıdır.
Kaldı ki, 2009 yılına kadar yıllık 20 milyar $'ın üzerinde doğrudan yatırım alan Türkiye, son yıllarda uluslararası yatırımcıları çekmekte zorlandığı gibi tam tersine yerli sermaye çıkışları da hızlanmıştır.
Bu konuda elimizde kesin veriler olmamakla birlikte, yurtdışına çıkan sermaye miktarları hususunda rivayetler muhteliftir; ben deyim 250 milyar $, siz deyin 400 milyar $...