TC Anayasası Madde 136: "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir"
Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş ve görevleri hakkındaki 633 Sayılı Kanun, Madde 1: "İslam Dininin inaçları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din hususunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek"
Kanunlarımızın Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği görevin özü yukarıdaki maddelerde belirtiliyor da durum nedir? Başkanlık bu görevlerini eksiksiz, yansız, tarafsız, hak hukuk ölçülerine ve Allah’ın emirlerine uyarak yerine getirmekte midir?
Ne yazık ki şahıs olarak bu konuya “Evet” diyemiyor, millet olarak da buna, olumlu bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. Çünkü:
“Din hususunda toplumu aydınlatma” görevinin yapılmadığı/yapılamadığı apaçık, açık seçik ortada. Bu görev yerine getirilmiş olsaydı ülkemizde ahlâksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk, adam kayırma, ırza geçme, çocuk tacizleri, hırsızlık, kul hakkı yeme, lükse, israfa, şatafata yönelme böylesine artmaz, en azından “dindar” olarak bilinenler bu konuda örnek olurlardı.
Vatandaşlar ne yazık ki Diyanet tarafından aydınlatıl/a/madıkları için cahil cühela şeyh bozuntularının karartması altındadırlar. Hurafe almış başını gitmektedir.
Diyanet, “bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında” kalmamıştır, kalamamıştır. Yine Diyanet, “milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi” sağlama konusunda sınıfta kalmış, siyasilerin kin ve nefret saçan, ayrıştırıp ötekileştiren, bu da yetmiyormuş gibi adeta dini tahrif eden hal ve davranışları ile beyanatları karşısında adeta “sağır, dilsiz ve kör” kesilmiştir. Oysa “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler” hitabının anlamını en iyi Diyanet yetkililerinin bilmesi gerekir.
Bilmem kaç yıl önce bir milletvekili “Sayın Başbakanımız Cenab-ı Allah’ın bütün sıfatlarını taşımaktadır” diyerek açıktan açığa Allah’a şirk koşmuştu. Bir başka siyasi “O’na dokunmak ibadettir” demiş, “Peygamber’e benzetenler”, “Sünnetlerinden bahsedenler” olmuş ama onları eleştiren sosyal medya kullanımını vaaz ve hutbe konusu yapan Diyanet’ten, şirke varan bu can alıcı konularla ilgili ses seda çıkmamıştı.
Geçmişte yaşanan başka örnekler vardır da, günümüze gelecek olursak… Müsteşarlık, Bakanlık ve TBMM Başkanlığı da yapan bir Milletvekili, “Adayımıza vereceğiniz destek yarın ruzu mahşerde berat belgelerinizden biri olacaktır!" dedi, Diyanet duymazlıktan geldi. Bir Şanlıurfa Milletvekili, Nisa Suresi 58. Ayet’ten yola çıkarak neler dedi neler: “Vicdan rahatlığıyla size diyorum ki, yarın inşallah mahşerde Allah'ın karşısına çıktığınız zaman, Allah o emaneti bize verdiğinizden dolayı, size inşallah hiçbir hesap sormayacak!" Bu, haşa ve haşa kendini Allah’ın yerine koyup hüküm vermek değil midir? Böyle bir esip savurma karşısında bile kabuğuna çekilen Diyanet’e güven kalır mı? Seçim günü yaklaştıkça daha neler duyacağız kim bilir? Diyanet İşleri Başkanlığı gerçekten görevini yapıyor olsa bu konularda genel bir hutbe hazırlayıp vaaz konusu yapılabilir ve hiçbir beşerin, Peygambere bile verilmeyen bir yetkiyi kullanmaya, böyle sözler söylemeye hakkı ve yetkisi olmadığını hatırlatabilir. Bunu yapsın ki vatandaş aydınlansın! Rad Suresi 40. Ayet zaten çok açık: “Ya Muhammed! Sana düşen yalnızca tebliğ etmek, bize düşen de hesaba çekmektir!” Buna rağmen birtakım insanlar çıkıp milleti hesaba çekiyor ama işin doğrusunu anlatması gereken Diyanet sessiz kalıyor; çok yazık!
O makam Peygamber Makamı ise, yukarıya aldığımız Anayasa ve Kanun maddeleri gayet açık ve net olarak bazı görev ve sorumluluklar vermişse Diyanet bunun gereklerini yerine getirmek zorundadır. Dolayısıyla, siyasi baskı korkusu içinde hareket etmemelidir. “Ehl-i Sünnet” ve “Hanefi Fıkhı”nı esas alan Diyanet’e, Emevi ve Abbasi Halifelerinin baskılarına karşı hak ve hukuktan ayrılmayan İmam-ı Azam Ebu Hanife ile 2. Bayezıd, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde tam 24 yıl Şeyhü’l İslamlık makamında oturan Zenbilli Ali Efendi'den örnekler vermenin yeridir şimdi:
Emeviler zamanında Ehl-i Beyt üyelerine karşı baskıların arttığı malumdur. Bu baskılara karşı başta Kûfe olmak üzere İslam beldelerinde ayaklanmalar başlayınca, Emeviler, devrin önde gelen İslam Ulemasına önemli görevler vererek halkı yatıştırmalarını istemişti. Diğer âlimler verilen görevleri kabul ederken önce Yargı ve Hazine’nin sorumluluğu, sonra da Kûfe Kadılığı teklif edilen Ebu Hanife devletin uygulamalarını haksız bulduğu için bu görevleri kabul etmedi ve işkencelere tabi tutuldu, zindanlara atıldı.
Abbasiler döneminde de zulüm devam edince Halife Mansur, sus payı olarak Ebu Hanife’ye yüklü miktarda nakit göndermişti ki, bunu reddederek şu cevabı verdi: “Halkın malını kendi malı gibi harcayan saltanat sahiplerinin verdiği hediyeleri almak caiz değildir!” (Günümüz siyasetçilerinin kulakları çınlasın!..”
Gelelim Osmanlı dönemine… Üç büyük Padişah zamanında 24 yıl Şeyhü’l İslamlık yapan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim ve Muhteşem Süleyman’ı defalarca kararlarından döndürmüş, pek çok idamı önlemiş, karıncaların ilaçla zehirlenip öldürülmesini engellemiştir. O Şeyhülislam ki, tıpkı Ebu Hanife gibi kendisini denemek için Yavuz Sultan Selim’in verdiği ve bir üst görev olan Kadıaskerlik görevini de kabul etmemiştir.
Uzun lafın kısası, siyasi erk Diyanet üzerindeki gölgesini çekmeli, Başkanlık kendini rahat hissetmeli ve korkmadan, çekinmeden, kişi ve kurumlara iltimas geçmeden gerekli, doyurucu açıklamaları mutlaka yapmalıdır. Çünkü Allah, kendi hükmü dururken ve Kitap ortada iken “dillerini eğip bükenleri” sevmez (A’l-i İmran, 78). Tam bir imana sahip olanlar da hiçbir kaygı gözetmeyip “Haksızlık karşısında susmaz” (Hadis-i Şerif).