İslam siyaset fıkhını -fitne korkusu- oluşturmuştur. Kuran, fitnenin katilden ağır bir suç olduğunu söyler. Ama fitne korkusu ile de İslam'ın değer ölçülerinden taviz verilmesini gerektiren bir ölçü ortaya koymaz. Zira, bir defa korku tavizin haklı bir gerekçesi haline gelince, orada din diye bir şey kalmaz, her şeyden vazgeçilebilir.
Nitekim öyle de olmuştur.
İslam, bir devlet modeli önermemiştir. Bunu zamana, şartlara toplumların kültürel durumlarına ve ihtiyaçlarına bırakmıştır. Toplumsal değişimi görerek, yönetim meselesinin ucunu açık bırakmıştır. Ancak bu İslam'ın siyasete dönük ilkeleri olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine devlet modelini toplumlara bırakmakla birlikte yönetime kılavuz olacak temel ilkeleri vazetmiştir.
Adalet, ehliyet, istişare, biat(seçim), ahlaklı yönetim, din ve vicdan hürriyeti bu ilkelerin bazılarıdır. Bu ilkelerin nasıl sağlanacağını ise insanlara, yanı bize bırakmıştır. İslam hukukçularının görevi bu ilkelerden hareketle bir siyaset/yönetim/kamu hukuku oluşturmak iken, sadece fitne korkusundan hareketle bu temel ölçüleri ıskalayan bir tutum izlemişlerdir.
Fitne korkusu, ahlakı, adaleti, istişareyi, seçimi, yönetimde ehliyeti unutturmuş, kişi(sultan/emir) odaklı bir siyaset anlayışının İslam dünyasını esir almasına neden olmuştur. Üstelik fitne korkusu ile İslam'ın yönetime yönelik ilkelerinden taviz vermek fitneyi engellememiş, daha büyük bedeller ödenmesinin zemini, olmuştur.
Fitne korkusu, iktidarın her şekilde ele geçirilmesi ve elde tutulmasını meşrulaştırdığı için, kanlı ihtilallerin yolu açılmış, arkasında yeterli gücü bulan her muhteris bunu devleti ele geçirmek için kullanmıştır. Neticede, fitne korkusuna feda edilen İslami ölçülerin bedeli, yüz binlerin kanı ve gerçekte asırlara yayılacak fitne ateşinin tutuşturulması olmuştur.
Ancak tek bedel bu değildir, İslam dünyası iktidarını kaybetmek istemeyen ceberut yönetimlerin baskısı altında bütün yaratıcılığını yitirmiş, İslam’la hayat arasındaki mesafe her geçen gün açılmış, kurulu düzen meşrulaştırılırken, İslam(fıkhı) yaşanan hayat karşısında -eskimiş, toplumsal sorunlara cevap verme kapasitesini- yitirmiş bir mevkiye itilmiştir.
Rıdvan Es-Seyyid bu gerçeğe işaret ederken,"İslam'ın erken dönemlerinden itibaren siyasi otoritenin meşruiyeti ile toplumun bütünlüğü ilkeleri birbirinden ayrılıp, meşruiyetin kaybedilmesi pahasına toplumsal birliğin gerçekleştirilmeye çalışılmasının, sonunda meşruiyetle birlikte toplumsal birliğin de kaybedilmesine sebep olduğunu" söyler.
Onun için İslam siyaset fıkhı, İslami ölçüler üzerinden oluşturulmuş bir fıkıh disiplini olarak değil, bir ayak uydurma, cevaz verme fıkhı olarak görülür. Kaynağı İslam'dan çok, parçalanma korkusu ve müstebitlere yaranma arzusudur.
İslam dünyasında bölünme korkusu nasıl baskıcı, otoriter, ceberut yönetimlere çanak tutmuşsa, bugün de -beka sorunu- üzerinden aynı fıkhi gelenek sürdürülmeye çalışılmaktadır. Dün fitne ile korkutulan toplum, bugün de onun bir versiyonu olan beka korkusu ile her türlü dayatmaya razı edilmeye çalışılmaktadır. Her iki tavrın da meşruiyetini İslam'la gerekçelendirmeye çalışmasına rağmen, İslam'la alakası yoktur. Zira korku perdesi altında aslında -yönetenlerin- saltanatı için feda edilen İslam'dır.
Dönemsel şart ve korkuların ürünü olarak ortaya çıkan bu ayak uydurma fıkhı sonraki dönemlerde de -din gibi- taklit edilmiş, sorgulanmadan bugüne kadar gelmiştir. Hala günümüz siyasetine din penceresi adı altında bu fıkıh perspektifi ile bakılmaktadır. Muhammed İkbal bu gerçeğe ve İslam dünyasındaki geri kalmışlığa işaret etmek için: Müslümanlar siyasetlerine putçuluğu karıştırdılar ve bu hale geldiler", der. Putçuluk, bir heykele uluhiyet isnat edip ona tapınmak değil, geçmişin şartlarından neşet eden fıkha, fıkıhçılara (düşüncelere, fikirlere, içtihatlara) dünya hala oradaymışçasına din gibi bağlanıp, değişen ihtiyaçların değişen çözümler gerektireceğini görmemektir. Bu, geçmişin bugünü esir alması, hayatın hep aynı noktada donup kaldığının kabul etmesidir.
Halbuki yapılması gereken, İslam'ın yönetim için ön gördüğü adalet, ehliyet, meşveret, din ve vicdan hürriyeti, ahlaklı yönetim ve seçim gibi ilkeleri -günümüzün- idraki ile anlayıp, yeni bir siyaset/kamu hukuku geliştirmektir. Bunun için Müslümanların da, insanlığın da yeterli birikim ve tecrübe vardır. Mesela, adaletin sağlanması için, yargının bağımsız ve yansız olması gerektiği insanlığın acı tecrübeler sonucu vardığı bir sonuçtur. Montesquieu'nun kuvvetler ayrılığı prensibi bu tecrübeden doğmuştur.Sanıldığı gibi bu Batı tecrübesinin bir ürünü değil,tüm insanlığa ait birikimin bir sonucudur. Montesquieu, Kanunların Ruhu'nu yazarken yaşadığı tarihe kadar sadece Batı'nın değil, ulaşabildiği bütün yönetim biçimlerini inceleyerek eserini yazmıştır.
Liyakat/ehliyet için bugün işe alımlarda sınav, öz geçmiş, eğitim durumu ve çeşitli referanslar, mülakat gibi prensipler aranmaktadır.İslam hukukçuları bu kıstaslara rağmen ehil olmayanların devlet kademelerini doldurduğunu görerek yeni ölçütler getirebilirler.
Biat, bugün seçim olarak mütalaa edilmektedir. Geçmişte birkaç bin nüfuslu şehirlerde yüz yüze biat mümkündü. Bugün milyonluk şehirlerde bunun yolu seçimdir.Vatandaş istediğini seçer, seçilen kendi seçtiği olmasa bile seçilenin meşruiyetini kabul eder.Siyaset fıkhı bundan sonrasını o ülkenin kültürüne, sosyolojisine bakarak belirler veya ona bırakır. Çünkü dinle çatışmadığı müddetçe kültürel olan da dine uygundur. Seçilen yönetimin kaç yıl görev yapacağı, hangi şartlarda azledileceği,bakanlıkların sayısı, kapsama alanı,seçim aralıkları şunlar bunlar artık dinin konusu değil, toplumsal ihtiyaçların konusudur. Bunlar fıkıhçılardan çok, toplumun, bilim adamlarının, siyasetçilerin tasarruf alanındadır.Çünkü bazı konular için tarih, sosyoloji, psikoloji gibi disiplinlere başvurmak gerekir.Hal böyle olmasına rağmen her beşeri alan -din adamlarının- konusuymuş gibi yaygın ve yanlış bir anlayış vardır. Bu da -beşeri tecrübe ve akla- bırakılmış bir alan yokmuş gibi bir sonuç doğurmakta, akletmenin, tecessüsün,düşünmenin önünü tıkamakta,düşünme eylemini din adamları ile sınırlamaktadır.İtiraf etmeliyiz ki, bazı din adamları da uzmanlık alanlarını aşan konulara girerek bir nevi din ve düşünme tekeli oluşturmaktadır.Halbuki, Allah Resulü, dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz, demişti.Her alan dinin alanı olmadığı gibi din adamının uzmanlık alanı da değildir.
Ahlaklı yönetim her çağda İslam'ın temel ilkelerinden biri olmuştur. İslam, yönetenlerin de yönetilenlerin de ahlaklı olmasını ister. Yani yolsuzluğu, hırsızlığı, rüşveti,yalanı, dolanı yasaklar. Peki bu nasıl uygulanacaktır? Yasak demek, yahut bunu kişilerin vicdanına bırakmakla meselenin hallolmadığı görülmektedir. İnsanlık bunun için demokrasiyi, şeffaflığı, hesap verilebilirliği getirmiştir.Demokrasi aynı zamanda din ve vicdan hürriyetinin de teminatıdır.Geçmiş fıkhının ceza dışında buna verdiği bir cevap yoktur. Ceza,aşikar hale gelen suçlar içindir,açığa çıkmayanlar için fıkhın söyleyeceği bir şey yoktur. İşte şeffaflık, özgür basın bu tip suçlar gizli ve cezasız kalmasın diye ihdas edilmiş mekanizmalardır. Oysa Şankıti'nin deyimiyle; İslam dünyası hala ahlakiliği yöneticinin bireysel vicdanındaki ahlaki bağlılık alanından alıp, toplumsal alandaki kanuni bağlayıcılık alanına çıkaramamıştır.Ahlaklı yönetim yasal bir zorunluluk ve kuşatıcılık değil, yöneticinin merhamet ve vicdanına bırakılmıştır.Yöneticinin isterse ahlaklı davranacağı bir yönetim biçiminde üstün olan hukuk değil, keyfiliktir.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere fitneden sakınma korkusuyla hem bir siyaset fıkhı oluşturulamamış, hem de daha büyük bir fitnenin kapısı aralanarak zalim yöneticilerin otoritesi meşrulaştırılmıştır. Din- siyaset ilişkilerinin doğru bir temele oturtulmaması, geçmişin otoritelerini kutsama ve düşüncelerini dinleştirme yolunu açmış, bugünü düne tutsak eden, aklı dünde donduran bir yaklaşım tarzını hakim hale getirmiştir.İslam dünyasındaki gerilemenin, toplumdaki gerilimlerin, din- siyaset ilişkisinin bir çatışma alanına dönmesinin arkasındaki sebeplerden biri budur. Dünün aklıyla düşünmek, aklı dünde, bedeni bugünde olan şizofren,kararsız, kendi kendisiyle kavgalı, tatminsiz nesillerin yeşermesine neden olmuş,tarihsel olanla tarih üstü olan, din ile dün karıştırıldığı için bu dine şüphe olarak dönmüştür.İslam dünyası bu sorunu çözmediği müddetçe, içinde bulunduğu ataletten, gerilikten, akıl-beden, din ve yaşam kopukluğundan kurtulamayacaktır.