Tasavvuf, davranışların terbiyesinden, kalp terbiyesine geçişin bir yöntemidir. İnsan, davranışlarına hakim olabilir ama kalbine hakim olması daha üst seviyede bir terbiyeyi gerektirir. Böyle bir terbiye sürecinin sonu Allah'tan başkasını hatıra getirmemek, Allah'tan başkasını murat etmemektir.Onun için mutasavvıflardan herkesten farklı bir ahlaki duyarlılık ve davranış terbiyesi beklenir. Sözü, sohbeti, oturuşu, kalkışı İslam'ı ruhuna içirmiş olanların olgunluğuna sahip olmalıdır. Bunun için tasavvufun zirve isimlerinden Şah-ı Nakşibendi Hz'leri," en büyük kerametin istikamet" olduğunu söylemiştir.
Büyük velilerin büyük çoğunluğu kerametleri ile değil, yüksek ahlakları ile tanınmıştır. Hiç biri dünyaya meyletmemiş, şöhretten kaçınmış her biri birer terbiye adamı olarak hayatlarını idame ettirmişlerdir. Gerçek mutasavvıflar İslam düşüncesine, ciddi bir derinlik ve zenginlik katmışlardır.
Bugün bu iddiayla ortaya çıkanların hiç birinde o ağırlığı, vakarı, söz ve davranış kemalini görmek mümkün değil. Buna rağmen, etraflarına binlerce mürit toplamalarının arkasındaki saiklerin sorgulanması gerekir.
Niçin, bunca insan bu kadar sığ, bu kadar gösteriş meraklısı tipin peşinden gitmektedir?
Niçin, bu işler bir manevileşme işiyken bugün dünyevileşmenin aracı haline gelmiştir?
Niçinleri çoğaltmak mümkün. Herhalde bunun birinci cevabı, insanların hocaların anlattığı mekanik, yavan, formel din anlayışını yeterli bulmamaları, gönül dünyalarını tatmin edecek,ruhi cephelerini doyuracak tatmin yolları aramalarıdır.
İkincisi, bu milletin din algısı ile ilgilidir, Türk toplumu İslam'ı daha çok derviş duyarlılığı taşıyan irşat biçimi ile sevmiştir. Akla değil, hissiyata, gönle hitap eden tebliğe ilgi duymuştur. Öteleri kurcalama, gaybı öğrenme merakı bu tip insanlara yönelmeyi kolaylaştırmıştır. Ama en önemli sebep bütün bunların dışında cehalet ve din algısı ile ilgilidir. Tasavvuf yolculuğu cehaletle çıkılabilecek bir yolculuk değildir.Zira, mutasavvıfların anlatımları, yaşadıkları ruhi ve manevi tecrübeler bu yola cehaletle çıkanların çoğunun -ayaklarının kaydığını, tepetaklak gittiklerini göstermektedir.
Kendini Uşşaki tarikatının şeyhi olarak tanıtan kişinin etrafına bunca insanı toplamasında da dini cehalet, bilgisizlik yatmaktadır.Dinin hükümlerine birazcık vakıf olan birinin, bu şarlatanın sadece, " "elimi öpen cennete girecek, keşke 30-40 elim olsa bütün Müslümanlara öptürsem," sözünü duyar duymaz bir sahtekarla karşı karşıya olduğunu anlaması gerekirdi. Cennet, herhangi bir faninin elini öpmekle elde edilebilecek bir yerse bu kadar ibadete, bu kadar emir ve yasağa ne gerek vardı? Peygamberlerin bile dehşetinden korktuğu, kimsenin akibetinden emin olamadığı kıyamet gününde bir el öpmekle kurtulmayı sanmak İslam'ın mesajını hiç anlayamamak demektir.
Sadece bu kadar mı, elbette değil. Bir çok kişi bir din adamının peşinden gittiğini sanırken aslında bir sarığın, cübbenin veya bir tutam sakalın peşinden gidiyor. Cehaletin bir boyutu da budur. Her sarık saran, cübbe giyen, sakal uzatanı peygamber sünnetine uyan din adamı sanıyoruz. O sarık ve cübbenin altında nasıl bir insanın yattığını görmüyoruz. Sarık -sakal dini görünüm vermenin dekor malzemesi işlevi görüyor. Halbuki, aslolan güzel ahlak ve ruhi terbiyedir. İslam, din adamına ayrı, normal Müslüman'a ayrı bir kıyafet vazetmemiştir. Üstelik eski Diyanet İşleri Başkanı A.Bardakoğlu ve bir çok gerçek din ulemasına göre, sarık da, sakal da, cübbe de sünnet değildir. Bu kıyafetleri Ebu Leheb ve Ebu Cehil gibi müşrikler de giymişlerdir. Bu kıyafetler, Arap kültür ve geleneğinin bir parçasıdır. Dolayısıyla birinin kafasına sarık sarması ona dini bir kimlik ve ayrıcalık kazandırmaz.Lakin, şekil Müslümanlığı bu kıyafetleri ahlaki kemalin bir göstergesi saymış, farkında olmadan şekli özün yerine koymuştur.
Ancak,- bir kısım- tarikat ve cemaatlerde yaşanan ahlaki dejenerasyonun tek sebebi bu değildir. Oy devşirmek amacıyla bu yapıların siyasete çekilerek dünyevileşmesine neden olan siyasetçilerin de bunda büyük payı vardır. Başbakanlığı falandan alıp filana peygamber efendimiz verdi söylemi onların aç ihtirasları ve toplumu dinle kontrol etme emellerine hizmet ettiği için hep destek görmüştür. Bilelim ki Uşşaki tarikatının şeyhi Nusrullah efendi!? ne kadar suçluysa onun söylemlerini amaçlarına uygun bularak destekleyenler de o kadar suçludur. Abdülhakim Arvasi Hz'nin, yüz yıl önce tekke ve zaviyeler kapatılırken, "onlar zaten kendi kendilerini kapatmıştı" mealindeki sözleri işte bu tipler ve onların peşinden giden zır cahiller yüzündendir.