Hayat dediğiniz şey, ömür dediğiniz şey… Eylül’e benzer ya da Ekim’e veya bir Hazan mevsimine ya da bir Güz’e benzer ki saltanatı bir Bağ Bozumu süresi kadardır. Ya da bir Kırlangıcın ömrü kadardır, ömrümüz. Hayat daha çok Nisan Yağmurları veya Kırkikindi yağmurları gibidir birden gelir ve ansızın hiç haber vermeden çeker gider.
Belki de ömür bu yönüyle biraz Med – Cezir’e yani Gel – Git’lere benzer gelirsin ve gidersin, tıpkı Cahit Zarifoglu’nun dediği gibidir hayat…“Burası dünya ne çok kıymetlendirdik, Oysa bir tarla idi ekip biçip gidecektik ..!”
Rabbimiz bir Kur’an ayetinde şöyle buyuruyor…..
“Biliniz ki, dünya hayatı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, bir ihtişam ve aranızda övünme vesilesi ve çok mal ve evlât sahibi olma yarışından, isteğinden ibarettir. Tıpkı, bitirdiği ekinleri çiftçinin hoşuna giden, toprağı suya doyuran yağmura benzer. Sonra o ekinler coşar, gürleşir.
Daha sonra onların sapsarı olduğunu görürsün. Sonra onlar tarlada çerçöp haline gelir. Ahret de, ebedî yurtta da dehşetli bir azap vardır. Allah tarafından bağışlanma, O’nun rızası ve rızasına ulaşma mertebesi de vardır. Dünya hayatı sadece aldatıcı bir zevk ve geçimlikten ibarettir.”(Hadid Suresi Ayet 20)
Hayatın iki temel, iki ana, iki şaşmaz gerçeği vardır. Birincisi… .” Her nerede olursak olalım ister tahkim edilmiş sarp, sağlam ve muhkem kalelerde ister yüksek şato ve kuleler de isterse de göklere yükselmiş burçlarda olalım ölüm gelip bizi bulacaktır.
İkincisi… yer üzerinde, arz da bulunan her canlı fanidir ve yok olacaktır yani ölümü tadacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbimizin zatı baki kalacaktır.
İşte, hayatın en temel gerçekleri böyle iken hep şaşırıp durmuşumdur, insan bir gün mutlaka kendisiyle ayni sonu, aynı kaderi paylaşacak olan birine neden… “ÖFKE, NEFRET DUYAR ve KİN DUYAR.” Neden yüreğinde bir başkasına karşı; öfkelerini, kinlerini, nefretlerini büyütür, besler, geliştirir, çoğaltır ve baş edilemez bir “CANAVARA” dönüştürür.
Şunu hiç ama hiç unutmayalım… bir gün bizim de ölüm meleği ile olan Büyük Buluşma Günümüz, Büyük Randevu Saatimiz ansızın, birden bire, apansız ve hiçbir hazırlığımız olmadan gerçekleşecek ve biz de, bize “Elest Bezmi”nde tanınan süreyi bitirmiş olarak can emanetini onun gerçek sahibi olan Rabbimiz iade edeceğiz.
Artık yeni evimiz, barkımız, ikametgahımız kara toprağın sinesi, bağrı olacaktır. Artık geldiğimiz yere yani topraktan gelip yeniden toprağa yani aslımıza dönmüşüzdür.
Artık orada ki… Uzun, ince, zümrüt yeşili delikanlı bir selvi ağacı, üç kök hercai menekşesi, bir dal kır papatyası, bir demet nergis ve zambak. Sık sık üzerimizde gezinen bir ateş böceği, kalıcı misafirimiz bir karınca kolonisi, üç beş börtü böcek, onlara eşlik eden safran çiçeği bize ba’as (yeniden diriliş günü) gününe kadar orada eşlik, yarenlik edecek olan yeni dostlarımızdır ..!
Sonra, bir gün bakarsınız ki… bizi ziyarete gelen, biz diye toprağımızı karıştıran, öpen, koklayan piri fani güzel annemiz, en sevgili yarimiz, eşimiz, göz nuru evlatlarımız bir zaman, bir zaman sonra artık sizi ziyarete gelmez olurlar.
Çünkü bazıları ölmüş bazıları da sizi unutmuştur evet siz unutulmuşsunuzdur bir zaman sonra. Siz o toprağın altında artık hiç kimsenin ama hiç kimsenin ölüsü değilsinizdir. Evet bir müddet sonra artık siz hiç kimselerin ölüsü değilsinizdir ..!
Dünya ahvali böyleyken ve bir gün gelecek hepimiz can emanetini, gerçek sahibine verecek iken hala neden yüreklerimiz kin, nefret ve öfke ile dolup taşıyor. Neden sizin gibi düşünmeyen, sizin doğrularınız dışında kendi özgün doğruları olan ya da size aynı yolda, yoldaş olmak istemeyenleri ötekileştirip duruyorsunuz.
Dünya hayatına dair her şeyin ama her şeyin mal, mülk, kat, yat, şan, şöhret, para, pul, makam, mevki, itibar, statü, nüfuz, altın ve gümüş’ün boş olduğu, gerçek de hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin sahibi olmadığımızı, hiçbir şeyin bize ait olmadığını hatta kendi canımızın bile bizlere bir emanet olarak verildiğini…
… yaşadığımız bu alemin bir hayal dünyasından ibaret olduğunu ne yazık ki ancak ölüm meleği ile olan büyük randevumuzun gerçekleştiği o ölüm anında anlıyoruz. Derin bir uyku hali içerisindeyiz ve kendimizi yaşıyor zannediyoruz. Unutmayalım ki… o ideler, semboller, objeler, imgeler aleminde o mikro cosmos alemde, o elest bezm’inde rabbimize… “Kâlu Belâ” dedik…
“Hani Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden (menilerinden, genlerinden) kendi zürriyetlerini alıp; onları kendi nefislerine şahitlendirerek sordu: "Elestu Bi Rabbiküm = Rabbiniz değil miyim?", (onlar da) "KALU = dediler, BELA = evet, Şehidna = bilfiil şahidiz". . . Kıyamet sürecinde, "Biz bundan kozalıydık (gafildik)" demeyesiniz.” (Araf Suresi Ayet 172)
Şimdi ey insanlar… bu ölüm uykusundan uyanmaya, yaşamımızı ve ne için yaratıldığımızı sorgulayarak, ruhlar aleminde (ELEST BEZMİ) Rabbimizle yapmış olduğumuz ahd –i misak’ın ("KALU = dediler, BELA = evet, Şehidna) gereğini yapmaya hemen, bugün, şimdi başlayalım mı..?