Ahlaklı ve kaliteli bir yönetim, ahlaklı ve kaliteli insanlarla olur.Onun için İslam, bir yönetim modeli önermemekle birlikte, her yönetim modeli için belli ilkeler getirmiştir. Bunlar liyakat, adalet ve meşveret gibi ilkelerdir. Yönetim modelini her toplumun sosyolojik, tarihi ve kültürel şartları belirleyecek ama içeriklerinde bu ilkeler mutlaka bulunacaktır.
Günümüzde bir devlet için adaletin ne kadar önemli olduğu azda olsa kavranmış, ancak diğer ilkelerle ilgili gerekli duyarlılık oluşmamıştır. Devletin dini adalettir, sözü, adaletle ilgili bu hassasiyetin bir sonucudur. Oysa bu ilkeler birbirini tamamlayan, birinin yokluğu halinde ötekilerin varlığını anlamsız kılan ilkelerdir. Adalet ancak, -ehliyetli- kadroların varlığı ile var olabilir. Ona uygun bir kadro yoksa adalet de olmaz. Keza şura,danışma dediğimiz ilahi emir, meşruiyetin kaynağının halk olduğunu ima eder. Çünkü danışılması istenen toplumun bir kesimi değil, tamamıdır. Geçmişte danışmayı ehli hal ve akd ile sınırlayanlar olmuşsa da bugün bir çok alim tarafından bu görüş terkedilerek o coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak ifade edilmektedir. Zira, ehli hal ve akdı, ilim, adalet ve rey ehli olarak tarif edenlerin yanında, toplumda saygınlığı olan kişiler veya içtihat ehli olanlar olarak tarif edenler de olmuştur. Bu tanıma bağlı kalmak, İslam'ın yönetim için ön gördüğü şurayı anlamsız ve uygulanamaz hale getirir.İçtihat kapısının kapandığı yahut içtihada ehil kimsenin bulunmadığı bir toplumda şura kapısı da kapanır, İslam'ın bunu kastettiğini düşünmek, öteki Müslümanları edilgen, pasif bir unsur olarak gördüğünü düşünmek anlamına gelir.Hitabı bütün insanlığa olan bir dinin, insanları şuraya ehil olanlar veya olmayanlar olarak tasnif etmesi, bazılarını bazılarına üstün görmesi düşünülemez. Şura emri umumidir ve hem yönetimler için hem de her Müslüman'ın kendi hayatı için vazgeçilmez bir düsturdur. Bu olmadığı zaman adalet ilkesi de gerçekleşmeyecektir. Çünkü toplumun bir kısmının düşünce ve beklentilerini yönetime aksettirip, diğer bir kısmının bundan mahrum edilmesi yönetimi tek taraflı hale getirecek, toplumun tüm kesimlerinin siyasi katılımı sağlanamadığı için adalet ilkesi de geçekleşmeyecektir.
İslam toplumlarında bu kavramlar uygulanmadığı gibi doğru da anlaşılmamıştır. Liyakat denildiği zaman bazı çevrelerin aklına gelen, Müslüman/dindar veya İslamcı olunmasıdır. Yapılan işe uygunluk, Müslüman veya İslamcı olmakla özdeşleştirilmiştir. Oysa İslam -liyakat- derken dini bir kasıt ileri sürmemiştir. Öyle olsa, bu ilke dinden soyutlanarak bu şekilde ifade edilmez, liyakat ile didarlık veya Müslümanlığın bir arada zikredilmesi gerekirdi. Devlet işinde liyakat, işi en dindara vermek değil, en iyi yapana vermektir. Nitekim İslam tarihinde bunun çok çarpıcı ve ibret tablosu çapında örnekleri vardır.
Osman Bin Ebu Talha,Kabe'nin kapısı, bakımı ve anahtarlarının muhafazası (hicabe) gibi o dönem çok şerefli sayılan bir görev ifa ediyordu. Bir çok gazvede Müslümanlara karşı savaştı. Uhud'da Hendek'te müşriklerin sancağını taşıdı. Hudeybiye anlaşmasından sonra Halit Bin Velid'le birlikte Medine'ye giderek Müslüman oldu. Mekke fethedilince Allah Resulü Osman Bin Ebu Talha'ya Kabe'nin kapısını açtırıp, namaz kıldı. Hz.Ali ile Hz.Abbas anahtarların kendilerine verilmesini istediler, çünkü Osman Bin Ebu Talha uzun zaman Müslümanlara karşı savaşmış, henüz Müslüman olmuştu. Bu sırada Emanet ayeti olarak bilinen (Nisa/58): "Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.Allah size ne güzel öğütler veriyor.Şüphesiz Allah her şeyi görmekte, her şeyi işitmektedir," ayeti nazil oldu. Ve Allah Resulü emaneti ilk ve önde olan Müslümanlar Hz.Ali ile Hz.Abbas'a değil, ehline yani uzun süredir Kabe'nin bakımını yapan, bu işi en iyi bilen Osman Bin Ebu Talha ile amcasının oğlu Şeybe bin Osman'a verdi. Üstelik, Hz.Abbas ile Hz Ali peygamberin biri amcası, öteki amcasının oğlu olmasına rağmen. Ayet, amca yeğeni değil, ehil olanı görmeyi ve görevlendirmeyi emrediyordu.
Ayette emanetlerin ehline verilmesi ile adaletin bir arada zikredilmesi işin ehline verilmesinin aynı zamanda adaletin bir rüknü ve tamamlayıcısı olduğunu gösterir.İslam dünyasındaki geriliğin, çürümüşlüğün sebeplerinden biri işte bu budur. Ehil olanların yerini eş-dost kayırmacılığı, parti mensubiyeti veya başka saiklerle işe alınanlar almıştır. Hz.Osman döneminde çıkan ve onun şahadeti ile biten büyük fitnenin bir sebebi de budur. Çirkin davranışları yüzünden peygamber efendimiz tarafından Medine'den -Taif'e sürgün edilen Mervan Bin Hakem'in Hz.Osman döneminde Medine'ye dönmesine izin verilerek ardından devlet katibi olarak atanması büyük rahatsızlıklara neden olmuş, bu rahatsızlık dalga dalga yayılarak diğer bazı sebeplerin birleşmesi ile büyük bir fitneye dönüşmüştür. Mervan'ın Hz.Osman'ın amcasının oğlu olması bu ateşi harlayanların en önemli malzemesi olmuştur.
Osmanlı'nın gerileme döneminde yazılan birçok layihada da benzer şikayetlere rastlamak mümkündür. Tarihçi-Şair Mustafa Ali daha 1590'lı yıllarda yazdığı şiirlerinde rüşvet, suistimal,iltimas, kayırmacılık ve payitahtta para ve ikbal peşinde koşanlardan şikayet eder.Bir yerde rüşvetin, iltimasın, kayırmacılığın olması, orada liyakatin firar etmesi demektir.Bugün Müslüman'ca bir yönetimden bahsedenlerin en çok ihlal ettikleri kurallardan biri budur. Dinin bir hayat rehberi olmaktan çıkarılıp, siyasi bir projeye çevrilmesi onun ahlaki ilkelerini ikinci plana itmiş, netice de İslam dünyasının her yerinde kötü, despot, baskıcı, parti veya şahıs merkezli yönetimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.