Bugün hep birlikte üşüyoruz. On binlerce insanımızı çok acıklı çok trajik bir ölümle kaybettik.TV ekranlarından taşarak içimize dolan görüntüler depreme hazırlıksız yakalanmanın ne ve nelere mal olduğunu acı bir şekilde gösterdi.
Depreme kader demek, sorumluluktan kaçmaktır. Bir şeye kader dediniz mi artık tedbire ve eleştiriye de gerek yoktur demiş oluyorsunuz. Her şey kaderse tedbir almak da kader değil midir? Uhud Savaşında Hz. Peygamber okçularını niye Uhud tepesine yerleştirdi. Hendek Savaşında niçin hendek kazdı. Niçin düşmanın saldırılarına karşı tedbir aldı? İhmale, tedbirsizliğe kader örtüsü örtmek felakete çanak tutmaktır. Bugün bu kadar çok kaybımız varsa işte bir nedeni bu sakat din anlayışıdır.
Hatay'ın Erzin ilçesinde tek bir ev yıkılmadı. 1999 depreminde de Kocaeli'nin Tavşancıl ilçesinde tek bir ev yıkılmamış, tek bir kişinin burnu kanamamıştı. Çünkü bu ilçeler konutları yasalara uygun yapmış, denetimlerini aksatmamış, mezar evler yapılmasına izin vermemişti. Demek ki tedbir felaketlerin önüne geçebiliyor yıkımları önleyebiliyormuş.
Nasıl bir sakim zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için deprem sonrasına bakmak kâfi. Böyle durumlarda omuz omuza verilir, parti farkları unutulur değil mi? Ama unutulmuyor. İnsanlar enkaz altında kurtarılmayı, kurtulanlar yaralarının sarılmasını beklerken -aman buraya muhalif hiçbir parti sivil toplum kuruluşu, belediye girmesin- demek gerekirse depremzedeler aç çıplak kalsın- demektir. Bu kafa ile toplumun hangi problemi, hangi sorunu çözülür? Zaten çözülmüyor da. Her şey varken, depremzedenin her şeyden mahrum olmasının bir nedeni budur. Ya yardım bizim elimizle gitsin yahut hiç kimsenin. Böyle bir zihniyet hangi sorunumuzu çözebilir.
Liderlik, felaket anlarında toplumu bütünleştirmek, onları seferber etmekle olur. Bugün sadece deprem bölgelerinde cenaze kaldırılmıyor. Hepimizin evinde cenazeler kaldırılıyor. Türkiye bir bütün olarak cenaze evi gibi. Bu deprem 11 ilin (Elazığ' da var) depremi değil, tüm Türkiye'nin depremi. Elbette eleştiriler, feryatlar, haykırışlar olacaktır. Eşini, çocuğunu kaybetmiş insanların eleştirilerini, yahut kurtarma çalışmalarındaki eksiklikleri haysiyetsizlik, şerefsizlik olarak nitelemek bu felaket günlerinin acı iklimine yakışır mı? Vatandaş elbette eleştirecektir. Yirmi bir yıldır ülkeyi aynı kişi ve yönetim yönetiyor. Yıllar boyunca tedbir almak yerine imar afları ile bu felaketin büyümesine neden olan düzenlemeler yapılmışsa tabi ki eleştirecektir. Ülkeyi kim yönetiyorsa sorumlu da odur. Bu gibi durumlarda eleştirileri olgunlukla karşılamak yerine ağır hakaretlerle karşılamak birleştirici liderlik değil ayrıştırıcı liderliktir. Ne yazık ki yirmi bir yıl boyunca hep böyle olmuştur.
Bu ayrıştırıcı liderliğe rağmen Türk milleti büyük imtihan veriyor. Her partilisi ile bölgeye koşuyor, imkanlarını bölgeye akıtıyor, hayırda yarışıyor, yüce gönüllülüğünü gösteriyor. İşte iktidarını milyonların felaketinden önde tutanlara karşı bu milletin garantisi budur. Şu hikaye bu milletin cevher-i aslisinin ne kadar güçlü olduğunun göstergesidir: Melih ile Melisa anne ve babaları ayrılmış, annelerinin yanında kalan fakir bir ailenin iki çocuğu. Biri 7, öteki 10 yaşında. Annelerinin yanında kalıyorlar. Kışa girerken babaları ikisine de bir kaban almış. Bu minikler televizyon ekranlarında iç yakan manzaraları görünce kabanlarını annelerinin önüne koyarak; "anne bunları deprem bölgesindeki çocuklara gönderelim" diyorlar. Anneleri "ama sizin de ihtiyacınız var "deyince, "bizim bir evimiz var onların yok" diyorlar. O iki kaban iki çocuğun göz yaşları olarak paketlenip sivil bir toplum kuruluşu vasıtasıyla bölgeye gönderiliyor. Çocukları böyle olan bir milletin sırtı yere gelmez. Bu millet yaralarını sarar, yeter ki ayrıştırıcı ve muhteris yöneticiler gölge etmesin. Ne demişti Mevlana; "Şems bana dünyada bir kişi üşüyorsa sen ısınamazsını öğretti. Gerçek mümin dünyaya böyle bakar. İşte onun için milletçe üşüyoruz.