Müslüman Türk tarihinin en büyük ihanetlerinden biri başını asrın münafığı olan, babası Ermeni annesi ise Sefarat Yahudilerine mensup Fetullah Gülen’in FETÖ isimli terör örgütünün sergilediğidir.
1960’lı yılların ortasında ABD’nin halkı Müslüman ülkelerde yükselen cihad, hak-batıl, iman-küfür kavramlarının ne anlama geldiğini iyi bilen İslami hareketlerin önünü kesmek için kotardığı “Yeşil kuşak Projesi” içindeki “Ilımlı İslam” anlayışını hakim kılma için kurguladığı sistemde baş figüranlardan biri Gülen olmuştur. Dönemin darbeci generallerinin başını çektiği ve ülkemizin terör sarmalına sokulmasında çok önemli payı bulunan “Özel Harp Dairesi” içinde çöreklenen CIA yanlıları içi boşaltılmış, cihad, hak-batıl, iman-küfür gibi kavramlardan soyutlanmış bir İslam anlayışı olan “Ilımlı İslam” anlayışını hakim kılmak için hedefe gitmede her yolu meşru gören davranışlar sergileyerek ülkemizi bir bataklığın içine çekmişlerdir.
Ülkenin bu bataklığa çekilişinde zamanın 1970’li yılların DİB başkan yardımcısı Yaşar Tunagür, MİT müsteşarı Fuat Doğu, CHP Genel sekreterliği yapmış olan Kasım Gülek ve CIA’nın ülke içinde kullandığı diğer yerli ajanlar faal rol oynamışlardır. Alman istihbaratçı Gehlen ekolünden olan dönemin MİT başkanı Fuat Doğu, o döneler MİT’in CIA’nın bir şubesi gibi çalıştığını bugün vekil olan Selçuk Özdağ’a bizzat açıklamıştır.
1960 darbesini yapan generaller o dönemlerde yükselen sol hareketlere karşı “Laiklikle” karşı koyamayacaklarını anlayınca onlara göre “Radikal İslamcı” olan Mısırlı “Müslüman kardeşler Harekatının” liderlerinden olan ve Cemal Abdülnasır tarafından idam ettirilen Seyit Kutub’un “İslam’da Sosyal Adalet” kitabını Yaşar Tunagür’e Türkçe’ye tercüme ettirerek bastırmışlar, ancak ABD’nin batırmasıyla ülkede yükselen İslami harekete dur demek için “Ilımlı İslam” projesine katılmayı kabul etmişlerdir.
O dönemlerde kotarılan “Ilımlı İslam” projesinin hakim olması için elinden geleni yapan dönemin devlet yöneticileri daha sonraki yıllarda da bu işte figüran olarak kullandıkları Gülen’i değişik vesilelerle kollamış ve adına “Nurcu” denilen kesim içinde yer etmesini sağlamıştır. Bu süreçte 2. Ordu komutanı Cemal Tural, Edirne Valisi Sabrı Sart ve DİB başkan yardımcılığı yapan Yaşar Tunagür,Demirel,, Ecevit ve daha sonra da 12 Eylül darbecisi Kenan Evren damadı Erkan Gürvit aracılığıyla Gülen’e her anlamda destek olmuş ve ülkede tanınması için ellerinden geleni yapmışlardır.
FETÖ lideri Gülen dışarıdan kendisine temin edilen diploma ile DİB içine sızmış, ardından önce Edirne’de daha sonra da İzmir’de görevlendirilerek örgütünü kuracak zeminleri bulmuştur.
İzmir’e örgütünü yapılandırırken kendisine masonluğu tescillenmiş Ali Rıza Güven, daha sonraları da Sebatayist olan Sami Yıldırım gibi zatların kol kanat gerdiği bilinmektedir.
FETÖ lideri Gülen’e verilen vazife yüzüne İslam maskesi geçirerek, bizim esnaflarımızdan, iş adamlarımızdan topladığı paralarla bizim en zeki çocuklarımızı devşirip ileri de bize karşı kullanmak olmuştur. Bunu yaparken Said Nursi’nin verdiği İslam mücadelesini istismar etmeyi de asla ihmal etmemiştir. Çünkü Said Nursi Osmanlı döneminde başlayan mücadelesi ve Cumhuriyetle devam eden İslami çalışmaları ile halk arasında itibar görmüş biriydi. Gülen Said Nursi’nin bu mirasını kullanarak örgütünü palazlandırmış ve nice Müslüman Türk çocuklarını zehirleyerek kendi pis emellerine alet etmiştir.
Bu yapı ile bir dönemler benim de yolum kesişmiş ve 1986-1999 yılları arasında değişik kademelerinde görev yapmıştım. 1980 öncesinde siyasi olaylar sebebiyle 2 kez cezaevine girmiş, 12 Eylül darbesini cezaevinde karşılamış ve idamla yargılanmış biri olarak bu yapıya bir vesile ile dahil olmuştum. Ancak yapı içinde dönen dolapları erken fark ettiğim için itirazlara başlamış, 1992 yılında “İslami Bir Davanın Fetullahçı İdeolojiye Dönüştürülmesi” isimli bir makale yazarak tepkimi ortaya koymuştum. 1996 yılında da, “Cemaatin İslami Anlamda Kırılma Noktaları” ismiyle 20 sayfalık 33 maddelik bir rapor yazarak başta Gülen olmak üzere yapının önde gelen liderlerine vermiştim. Bu raporda İslami bir yapı olarak kendini pazarlayanların dünyevileşme ve sekülerleşme batağına doğru hızla ilerlediğini, yapının dış istihbarat örgütlerinin oyuncağı haline dönüştürülmeye çalışıldığını, liderin kutsanarak inanların sömürüldüğünü, dava diye isimlendirilen şeyin birilerinin lüks ve şatafatına hizmet eder hale geldiğini, özet olarak ortaya koymuş ve tedbir alınmadığı takdirde bu yapının ilerine İslam’a ve ülkemize büyük zararlar vereceğini yazmıştım. TSK, MİT, Yüksek Yargı, Mülkiye, Adliye gibi devletin önemli kademelerinde “Hücre tipi yapılanmanın” tehlikeli olduğunu ve bu yapı içine yabancı istihbarat ajanlarının kolayca sızabileceğini yüksek sesle diye getirdim. 1993-1996 yıllarında Makedonya’da Zaman gazetesini çıkardığım dönemde yapının yabancı istihbarat örgütleriyle nasıl içli dışlı olduğunu bizzat müşahede ettim. Bu yanlışları bazı yerlerde dile getirince yapının üst yönetimindeki bazı yerli ajanlar oldukça rahatsız olmuştu. Kovanlarına çomak soktuğum bu yapı beni Makedonya’dan sınır dışı ettirerek Türkiye’ye döndürmüş ve burada da tesirsiz hale getirmek için gazeteye gelmememi sağlamışlardı. Bu sebeple Makedonya’dan döndükten yapı içinden ayrıldığım 1999 yılına kadar son 3 yıl yazılarımı evden yazmak zorunda kalmıştım. 1999 yılına kadar yaşanan gerginlikler, yapının özellikle 28 Şubat sürecinde sergilediği tavırlarla kalplerinin gâvurlardan yana olduğu ortaya çıkmış olması milletini seven, bu uğurda 3 kez cezaevine girerek bedel ödeyen benim gibi birinin bu yapı ile beraber olamayacağı gerçeğini ortaya çıkarmıştı. Ben de 1999 yılının Şubat ayında bir manifesto yayınlayarak İslam ile alakası olmadığına inandığım yapıyı terk etmiş ve bundan sonra bu yapıyla mücadele edeceğimi duyurmuştum. Daha sonra 1999-2005 yılları arasında yayın yönetmenliğini yaptığım Cuma dergisinde bu yapıyla alakalı birçok makale kaleme almış ve istihbarat örgütleriyle ilişkilerini sorgulamıştım.
2002 yılında iktidara gelen Ak partiyi de kafakola alan yapı, 2013 yılına kadar ülkeyi beraber yönetmiş, yapının özellikle devletin kilit kurumlarında örgütlenmesi bizzat iktidar tarafından sağlanmıştır. Yine bu dönemde yapı ekonomik, sosyal, siyasi vb. alanlarda örgütlenmesini genişletmiş, üniversitelerde örgütlenmiş, dershanelerde ülke çocuklarının geleceğinde söz sahibi olmuştu. Kurdukları özel üniversiteler ve özel kolejlerle ülkenin en zeki çocuklarını devşirecek bir sistem geliştirmişlerdir. Geliştirdikleri bu sistemde yine devşirdikleri en zeki çocukları TSK, MİT, yüksek yargı, mülkiye ve emniyet içinde muazzam bir örgütlenme sağlamışlardır. FETÖ’nün ihanet ortaya çıktıktan sonra bizzat ülkenin Başbakanı olan Sayın Erdoğan Gülen’i kastederek, “Geçenlerde benimle ilgili ‘Bu uzun bize çok hainlik yaptı’ demiş. Nasıl hainlik yaptıysak? 17 üniversite kurmak için geldiler, hepsini onadım. Bu muydu hainlik? Bu ne vicdandır be. Okullar için yer istedi, verdik. Uluslararası camiada davet ettiler, devlet hükümet başkanlarına bunları refere ettik. Olimpiyat dediler, her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya? Ne istediniz de vermedik, ne isteniz de alamadınız?” ifadelerini kullanmıştı.
2010 referandumundan sonra yaşanan FETÖ Ak parti çekişmeleri 27 Şubat 2012’de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın gözaltına alınma girişimi ile iyice gerginleşmiş ve 17 Aralık 2013 yılında örgütün Emniyet ve yargı içindeki militanları tarafından Ak partili üst yöneticilere yönelik gerçekleştirilen bir karşı hareket ile kopacak noktaya gelmişti. Ancak bu olaylardan sonra bile Erdoğan yapı ile uzlaşma yolları arama eğilimindeyken örgüt 25 Aralık 2013 yılında bizzat Başbakana ve oğluna yönelik yeni bir girişim yapmış ve iplerin tamamen kopmasına sebep olmuştur.
Anadolu’da, “Şaşkın ördek kıçtan dalar.” Diye bir tabir var. Örgütte bana göre kibrinin kurbanı olarak şaşırmış ve dalmasını tersten yapmıştır. Bana göre Allah (cc), bu hain yapının ileride İslam’a ve Müslüman Türk milletine daha büyük zararlar vermesini önlemek için onları şaşırtmış ve bu büyük yanlışı yaptırarak devlet erkini elinde tutan Erdoğan’ı harekete geçirmiştir.
Şunu burada önemli açıklamayı lüzumlu görüyorum:
Bu yapı ile 1999 yılında beri hayatımı ortaya koyarak yaptığım mücadelede zaman zaman ümitsizliğe kapılmış ve devasa şekilde büyüyen bu yapıya karşı artık kimsenin karşı duramayacağı kanaatine saplanmıştım. Ama ümidimi asla yitirmemiş ve çoğu geceler kalkarak, “Allah’ın, bu ihanet şebekesini sana havale ediyorum. Sebepler dairesinde bunlarla kimsenin başa çıkamayacağı açık. Bunların hakkında ancak sen gelirsin. Bunları kahreyle.” Dualar etmiştim. Benim duam mı kabul oldu, yoksa bunların mağdur ettiği mazlumlardan birinin ahımı tuttu bilme ama Allah (cc) bunlara 13 yıl beraber yürüdükleri ve her türlü desteği aldıkları Erdoğan ile cezalandırma yoluna gitmiştir. Zaten bu yapı ile Erdoğan’dan başka birinin bu derece mücadele edemeyeceği de açıktır. Sebebi ne olursa olsun, ekonomide, TSK’da, MİT’te, adliyede, emniyette, üniversitelerde, işadamları arasında, devletin diğer kurumlarında ve siyasi arenada devasa bir yapılanmaya ulaşmış bu yapıyla Erdoğan’dan başkası karşı çıkamazdı. Bu karşı çıkışta bizzat Erdoğan’ın ifadeleriyle, “En yakınlarım bile FETÖ ile mücadelede beni yalnız bıraktılar.” Gerçeğine rağmen mücadele (eksik yönleri olsa ve birçok yanlış yapılsa da) devam etmiş ve hala da etmektedir. Bu hususta Erdoğan için de çoğu geceler kalkmış ve ellerimi açarak, “Ey Rabbim. Erdoğan’ın canını eceliyle gelmiş olsa bile alma. Yoksa bu yapıyla mücadele kadük kalır. Erdoğan giderse FETÖ ile mücadele biter.” Diye dualar etmiştim ve hala da ediyorum.
Bu ihanet şebekesi bizim paralarımızla, bizim en zeki çocuklarımızı devşirerek bize karşı kullanmış ve sonunda da 15 Temmuz ihanetini gerçekleştirerek 251 insanımız şehit etmiş ve 3 bine yakın insanımızı da acımasızca yaralamışlardır. Yapılan darbe girişi sonrası devlet refleksin göstererek darbeye karışan, dışarıdan destek veren kim varsa yakalayarak cezalandırma yoluna gitmiştir ve girişiminde haklıdır.
Bu dönemde yine Sayın Erdoğan şeytani yapı için, “Yukarısı ihanet, ortası ticaret, altı ise ibadet” şeklinde bir tasnif yapmıştır. Ne yazık ki yapılan mücadelede ihanet kesimi denilen örgütün tepe yönetimi yurt dışına kaçmış (Ya da bilerek kaçırılmış! Kim bilir?) ve bugün hala ülkemiz aleyhinde ihanetlerini yabancı istihbarat örgütleriyle kol kola girerek devam ettirmektedirler.
Örgütün ekonomik desteğini sağlayan ticaret kesiminden de yurt dışına kaçan çok olmuştur. Ancak yurt içinde kalanlar bizzat Ak Partili vekil tarafından ifadelendirildiği gibi “FETÖ borsası” kurularak mallarına çökülmüş ve çökülmeye devam edilmektedir. Bunu keşke devlet yapsa? Aksine FETÖ borsası devlet erkini elinde tutanlar arasına sızmış bazı çeteler tarafından organize edilerek şahsi servetleri çoğaltılmıştır.
Örgütün ibadet kesimi ise içerinde suçlu çok olsa da kendilerine yönelik emniyet tarafından yapılan operasyonlarla tutuklanmış ve örgütün bütün günahı bunların üzerine yıkılmıştır. 2014 yılında bu yapıyı deşifre ederken devlet yetkililerini, “Bu yapının % 95’i bunları Müslüman faaliyetler yapıyor diye destek vermiştir. Bu açıdan bu % 95’i örgütün ihanet şebekesi olan % %’in elinden almak için devlet proje yapılmalı, analık ve babalık yaparak geliştireceği planlarla bu masum insanları yanına çekmelidir. Aksi halde bu kesime yönelik yapılacak operasyonlarda çok zulümler işlenir, çok mağdurlar ortaya çıkar ve ihanet şebekesi bunu kendi propaganda malzemesi yapar. Bu açıdan çok dikkat edilmelidir.” Diye ikaz etmiştim.
FETÖ ile mücadeleye hazırlıksız yakalanan devletimiz ve hükümet yapılan mücadelede çok yanlışlar yapmış ve örgütte bu yanlışları kendi lehinde kullanarak bir mağdur algısı oluşturmuştur. Yaşanan mağduriyetler yüzde 3 veya 5’i geçmezken (Hiçbir mağduriyeti küçümsediğim manası çıkarmayın. Ben hakiki adaletten yanayım. Bin caniyi cezalandırmak için bir mazluma dokunamayız. İnancımız buna müsaade etmez.) örgüt bunu neredeyse % 80-90’lara kadar yaşanmış gibi lanse etmiş ve başarılı olmuştur. Bundan dolayı % 95’i oluşturan ve yapıya İslami hassasiyetinden dolayı destek verenler yapının ihanetlerine rağmen desteklerini çekmemişlerdir. Çünkü bu şeytani yapının vatana, millete ve İslam’a ihanet ettiğini devletimiz, hükümetimiz hakkıyla anlatamamıştır.
Yurt dışına kaçma imkânı olmayan veya kaçmayan yapının ibadet kesimi diye ifade edilenlerden içinde kadın ve yaşlılarında bulunduğu on binlercesi tutuklanmış, yargılanarak ceza almış ve geçen zaman içinde cezalarını çekerek dışarı çıkmışlardır.
Burada devlet yetkililerine şöyle bir soru sormak istiyorum:
“Bu ibadet kesiminden tutuklanıp, ceza alıp, cezasını bitirip çıkanlardan kaç kişi örgütten desteğini kesmiştir?”
Bununla ilgili bir çalışma yapılmadığı açıktır ama benim eskiden tanıdığım ve bu yapıya İslami hassasiyetlerinden dolayı destek verenler içinde yatıp çıkan birçok insan var ve ne yazık ki bunların içinde örgütün yanlış yaptığını kabul eden bir kişi bile yok. Hatta hemen hepsi bu darbenin Erdoğan, Fidan ve Akar tarafından cemaatlerini çökertmek için tezgâhlandığını savunmaktadırlar. Kendilerini de, içeride yatan yaşlı ve kadınları da birer mazlum olarak kabul etmektedirler. Gerçekten mazlum olup olmadıklarını bilmiyorum ama bunların yaşadıkları bunca hadiseye rağmen bu noktaya gelmesinde dahli olanların büyük vebal altına girdiklerine inanıyorum. Allah (cc), ayetinde, “Kim zerre miktar hayır işlediyse karşılığını görecek. Kimde zerre miktar şer işlediyse karşılığını görecek.” Diyerek kimsenin yaptığının yanına kar kalmayacağını açık biçimde anlatmıştır.
Makalenin başlığını “FETÖ Mağdurlarına Önemli Nasihat” diye koymuştum. İşte tam bu noktada FETÖ sebebiyle kendini mağdur sayan, mazlum olarak kabul eden ve geçmişte bu örgüte İslami hassasiyetinden dolayı destek verdiğine inandığım kişilere kendilerinin de Üstat olarak kabul ettikleri Said Nursi’nin son yazdığı makale üzerinden tutup tutmayacaklarını bilmeyeceğim çok mühim bir nasihatte bulunacağım.
Said Nursi; Osmanlı’nın yıkılışını görmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ve yükselişine şahit olmuş ve o çalkantılı dönemlerde İslami bir mücadele vermiş biridir. Dünyaya kıymet vermeyişi, yargılandığı mahkemelerdeki yiğit duruşu, tavizsiz İslam anlayışı ve yaşayışıyla kendisini tarihe mal etmiştir. Yazdığı eserlerle de o günden günümüze kadar iman ve İslam davasında adından her zaman söz ettirmiştir.
Said Nursi’nin ömrünün 28 yılı mahkemelerde, hapishanelerde, sürgünlerde geçmiş, ama ilginçtir ki bunlardan hiçbir zaman şikâyet etmemiş ve mazlum olsa da, zalimliklere muhatap olsa da bunların bir imtihan vesilesi olduğunu kabul ve beyan etmiştir. Kaleme aldığı eserlerin son makalesi olarak kabul edilen, “Konuşan Yalnız Hakikattir” isimli yazısında müthiş bir özeleştiri yapmıştır. Önce isterseniz adı zikredilen makaledeki o müthiş özeleştiriyi beraberce okuyalım:
“Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu olay adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete hak kazanmış olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlahîye’nin bir nevi tecellisidir.
Ben şimdi düşünüyorum… 28 senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, inatcı bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval, adalet-i İlahiye’ye aykırı düşmez mi? Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, mustarip oluyordum. Uzun senelerden sonra bana zulüm ve işkence yaptıklarının sırrını nihayet anladım. Bu işkencelere beni maruz kılan asıl suçumun ne olduğunu şimdi bildim: ‘Ben kemal-i teessürle söylerim ki, benim suçum, büyük bir gaflet, büyük bir enaniyet eseri olarak Kur’an hizmetimi şahsıma, maddî, manevî yükselmeme, kemalâtıma âlet yapmakmış. Asıl suçum ve cinayetim işte bu! Bu musibetler, bu felaketler, bu işkenceler hep bu yüzden, bu suçumdan. Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. Allah’a binlerle şükrediyorum ki bana bu suçu ilham etti, beni gaflet uykusundan ikaz etti. Ben uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak müthiş bir gaflete düşmüşüm. Şimdi hakikat bana keşfedildi. Gayet kuvvetli manevî manialar beni bu sakat düşünüşten kurtarıyor. Ben hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azaptan ve cehennemden kurtulmama, hatta ebedi saadetime vesile yapmama yahut herhangi bir maksada âlet yapmama manevî gayet kuvvetli engeller beni men ediyor. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamları ve uhrevî saadetleri salih amel ile kazanmış ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu hem de hiç kimseye, hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu hallerden men ediliyordum. Allah’ın rızasından başka fıtrî ilmi vazifenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet etmek hususu bana gösterildi.
Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan iman hakikatleri fıtrî ubudiyetle bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek.. bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve anlamak istemeyenlere kesin kanaat verecek bu tarzda; yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki mutlak küfrü, şaşkın ve inatçı dalâleti kırsın. Herkese kesin kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitacılık ve cemiyetçilikten doğan dehşetli dinsizlik manevi şahsiyetine karşı çıkan bir şahıs, en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi “O şahıs dehasıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.” Diyebilir. Böyle der ve içinde şüphesi kalır. Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir “dini siyasete âlet” ithamı altında kader-i İlahî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle, mahz-ı adalet olarak, beni tokatlatıyor, ikaz ediyor: “Sakın iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma. Tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!”
Mademki, hakikat nuru imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. 28 sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, mahkeme mahkeme süründürenlerin, katiller, caniler sandalyesine beni oturtanların, bana hakaret edenlerin, türlü türlü ağır ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine, hepsine hakkımı helâl ettim.”
Evet, Said Nursi son yazdığı makalede kendi çektiği işkencelerin, yattığı hapis cezalarının, gördüğü zulümlerin sebebini müthiş bir özeleştiri yaparak ortaya koymuş, İslam’a hizmet ettiklerine inandıkları için bu yapıya desteklerken ceza yatan, zulümlere maruz kalanlarda eğer samimi iseler Üstat saydıkları Sair Nursi’nin bu nasihatine kulak verir ve çektikleri çilelerin kendi elleriyle işledikleri hatalardan dolayı başlarına geldiği gerçeğini görürler.
Zaten Allah ayetinde bu müthiş gerçeği çok açık biçimde kör olmayan gözlere göstermektedir: “Başınıza gelen musibetler kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. Allah yine de çoğunu affeder.” (Şura, 30)
Ayet açık biçimde “İstenmeyen, kötü durumlar, felâketler” anlamına gelen musibetlerin insanın başına kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğunu ortaya koymaktadır.
İnsanın gerek Allah’ın kâinata koyduğu yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir. Ayetin devamında bunların birçoğunu affedildiği, başka bazı ayetlerde de nihaî hüküm ve cezanın ahirete ertelendiği ifade edilmiştir.
Sabırların sınanması, günahlarının bağışlanmasına vesile kılınması gibi sebeplerle, kusuru ve günahı olmadığı halde bazı insanların sıkıntı ve felâketlere maruz bırakılması bir imtihan sebebi olabilir. Önemli olan insanın iradesini aşan böyle bir durumda kendi özeleştirisi yaparak suçu başkalarına atmak yerine tıpkı Said Nursi’nin yaptığını yapmak ve sonuçlara imtihan sırrıyla bakmaktır.
FETÖ davasından kendini mağdur sayanlara diyorum ki: Ayet çok açık. Başınıza gelen musibetlerin tek sebebi sizlersiniz. Bunu başkalarının üzerine atarak kendi nefsinizi temize çıkarmayın. Bu hususta Şura 30. Ayette çok açık ifade edilen gerçeği göremiyorsanız bari üstat olarak kabul ettiğiniz Sair Nursi’nin şu son makalesinde yazdığı gerçekleri görün ve kabul edin.