Enver Paşa Orta Asya’da Pamir Dağları’nın eteklerindeki Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922 tarihinde şehit edildi.

Asıl adı İsmail Enver olan ve İstanbul Divan yolunda doğan Enver Paşa, Manastırlı Surre Emini Ahmet Bey ile Ayşe Hanım’ın oğludur. Kendisinin Almanca olarak kaleme aldığı otobiyografisinde, 1299 yılının Muharrem ayında, Çarşamba günü saat 12’de (6 Aralık 1882), İstanbul’da eski lisan mektebinin karşısında Divanyolu’ndaki evlerinde doğduğunu belirtmiştir. Mekteb-i Harbiyye-i Şahaneyi okurken II. Abdülhamit (1876–1909) aleyhtarı propagandaların etkisinde kaldı. Erkan-ı Harb eğitimi sırasında bir defa Yıldız Sarayı’na götürülerek sorgulandıysa da hüküm giymedi. Meşrutiyetin 1908’de ilan edilmesi mücadelesinde Enver Bey, hep en önde yer aldı. Manastır dolaylarında dağa çıkarak II. Abdülhamit’e isyan bayrağını açan en kıdemli subay oldu. Bu siyasî ve askerî mücadelelerinden dolayı meşrutiyet İstanbul’da ilan edildiğinde “kahraman-ı hürriyet” unvanıyla ön plana çıktı ve bu tarihten itibaren Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetinin askerî kanadının önde gelen isimlerinden biri oldu.

Enver Bey, 5 Mart 1909’da Osmanlı Devleti’nin Berlin Askerî Ataşesi olarak görevlendirildi ve çeşitli aralıklarla iki yıla aşkın bu görevde kaldı. Almanya’nın sosyal yapısındaki disiplinine hayranlığı ve kara ordusunun yenilmezliğine olan inancı, onun Berlin’deki bu askrî ataşeliği sırasında oluştu.

İtalyanların Trablusgarp’a saldırmaları üzerine yurda döndü ve 3 Eylül 1911 tarihinde Selanik’te yapılan İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumi toplantısında İtalyanlara karşı bir gerilla savaşı yürütülmesi fikrini savundu ve bu görüşünü diğer Cemiyet üyelerine de kabul ettirdi. Padişah ve hükümet yetkilileri ile görüştükten sonra İskenderiye’ye gitmek üzere 10 Ekim 1911’de İstanbul’dan ayrılan Enver Bey, Mısır, Bingazi ve Tobruk’ta Arap liderlerle çeşitli temaslarda bulunduktan sonra 1 Aralık 1911’de Aynülmansur’da askerî karargâhını kurdu. Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı başarılar elde etti. Orada geçirdiği savaş yılları ününün artmasını ve yerli halk arasında tanınmasını sağladı. Özellikle Senusi Tarikatı ileri gelenleriyle yakın bağlar kurdu. Senusi tarikatı ile kurulan bu bağ, daha sonraları Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Mustafa Kemal tarafından da değerlendirildi.

Berlin’deki Askeri Ataşeliği döneminde Alman bürokratlar ile yakın ilişkiler kuran ve Osmanlı-Alman ilişkilerinin gelişmesi için çaba harcayan Enver Bey, Almanya’nın Balkan Savaşları esnasındaki Osmanlı politikalarından memnun kalmamıştı. Zira Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında Almanya’nın “Osmanlı topraklarını paylaşma projelerine ortak olma politikası” takip etmesi Enver Bey’i rahatsız etmişti. Fakat Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Wangenheim, Enver Bey’in -yaşadığı takdirde- Osmanlı Devleti’nin geleceğinde önemli rol oynayacak bir şahsiyet olduğu düşünüyor ve onunla sıcak ilişkilerin devam etmesini Alman Dışişlerine tavsiye ediyordu. Bu nedenledir ki Berlin’deki askeri ataşeliği esnasında Enver Bey’de zaten oluşmuş olan “Alman hayranlığının” pekiştirilmesini ve onun Alman taraftarlığının devam etmesi için ilgili Alman makamları tarafından titiz bir çalışma yürütülmesini istiyordu; ancak Wanhenheim’a göre, bu çalışma Doğulu (Osmanlı) psikolojisine uygun yapılmalıydı. Bu çerçevede -zamanı geldiğinde- Enver Bey’e Alman şeref madalyası verilmesini de öneriyordu.

Enver Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ileri gelenleriyle birlikte 23 Ocak 1913 tarihinde Babıâli Baskını’nı gerçekleştirdi. Öncü rol oynadığı bu hükümet darbesinde Kâmil Paşa’ya istifanamesini imzalattı, ardından padişahı ziyaret ederek Mahmut Şevket Paşa’nın sadarete getirilmesini sağladı. Ancak Edirne’yi kurtarmak amacıyla yapılan bu eylem sonrasında, planlamasında Enver Bey’in de görev aldığı askeri harekâtın başarısızlığı ve Edirne’nin Bulgarlara terki, İttihat ve Terakki’yi zor duruma düşürdü. Enver Bey, 12 Haziran 1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra ülke yönetimine fiilen el koyan İttihat ve Terakki içindeki askerî kadronun da lideri haline geldi. İkinci Balkan Savaşları sırasında zor durumda kalan Bulgaristan, Edirne’yi boşaltınca, 23 Temmuz 1913’te Edirne’ye giren ilk Osmanlı kuvvetlerinin başında Enver Bey’in de bulunması, onun “Edirne Kahramanı” olarak anılmasını ve ününün daha da artmasını sağladı.

Büyük eleştirilere rağmen gerek kamuoyundaki yüksek itibarı gerekse İttihat ve Terakki’nin fiilî gücü sayesinde genç yaşta ve hızlı terfi sonucu, 3 Ocak 1914’te Mirliva rütbesine yükseltilen Enver Paşa, aynı tarihte Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazırı oldu. Henüz 33 yaşında genç, enerji dolu, orduda kahraman olarak bilinen bir yeteneğin Harbiye Nazırı olması, Osmanlı Devleti’nin genç entelektüellerini, Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu konusunda ümitlendirdi ve büyük beklenti içine soktu. Onun Makedonya’da çetelere, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı ve 1908 Meşrutiyeti için göstermiş olduğu cesur çabaları, genç subayları adeta büyülemişti. Aralarında Şükrü Paşa gibi meşhur Paşaların da bulunduğu 280 üst rütbeli Osmanlı subayını emekli ederek orduyu gençleştirmesi, Onun cesaretinin ve organizasyon kabiliyetinin yeni örnekleriydi. Çevresi onu, nihayet “vatanı kurtarmak” için yaratılmış bir asker olarak görüyordu. O da kendisinin bu misyon için yaratıldığına inanıyor ve kendisini Napolyon ve Büyük Friedrich gibi görüyordu. Böylece onun, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, bir taraftan Napolyon gibi “özgürlük için savaşmak ve onu yaymak” istediğini diğer taraftan da Büyük Friedrich gibi vatanının hizmetinde olmak istediğini görmekteyiz. Onun özgür kılmak ve hizmetinde olmak istediği yer ise birinci derecede Osmanlı Devleti idi.

Harbiye Nazırı olduktan hemen sonra 8 Ocak 1914 tarihinde Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği görevini de üstlenen Enver Paşa, ilk iş olarak Birinci Balkan Savaşı’nda bozguna uğrayan Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi işine girişti. II. Abdülhamit dönemine ait yaşlı paşaların tamamına yakın bir kısmı emekli edildi ve genç subaylar orduda önemli görevlere getirildi. Enver Paşa’nın bu düzenlemesi bir anlamda Türkiye Cumhuriyet’ini kurucuları olan Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü gibi genç subayların, Osmanlı ordu teşkilatında önünü açtı ve yükselmelerini sağladı.

Enver Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’na atanması Rusya’da infial derecesine varan sert tepkilere neden olmuştur. Zira Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yakınlaşması gerekliliğini savunan düşüncelerin karşısında yer alıyordu. Rus Hariciye Nazırı Sazanov, Enver Paşa’yı “katil” olarak adlandırmış ve onun Harbiye Nazırı olmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin baskıcı bir yönetime doğru gideceğini belirtmiştir. Osmanlı Ordusunda çok sayıda üst düzey subayın emekliye sevk edilmesini büyük bir tehlike olarak gören Sazanov, yeni bir ihtilalin ön hazırlıklarının yapıldığı inancında olduğunu da belirtmiştir. Rus Çarı Nikolaus da, Sazanov ile aynı düşünceleri paylaştığını beyan etmiştir.

İpek Yolu Projesinin artık bir internet sitesi var! İpek Yolu Projesinin artık bir internet sitesi var!

Enver Paşa, 5 Mart 1914 tarihinde Sultan Abdülmecid’in torunu ve Şehzade Süleyman Efendi’nin kızı Naciye Sultan ile evlenerek Osmanlı sarayına damat olmuştur. Bu tarihten sonra Enver Paşa, Osmanlı hanedanına daha yakın bir duruş sergileyecektir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı-Alman ittifakının imzalanmasının (2 Ağustos 1914) Enver Paşa’nın “Almanya hayranlığının” bir sonucu olduğunu söylemek doğru değildir. Enver Paşa’nın, Alman kara ordusunun “yenilmezliğine” olan inancı doğrudur; ancak Osmanlının çıkarlarına uygun olmayan hiçbir girişimin içinde yer almadığını söylemek mümkündür. Enver Paşa, Osmanlı çıkarları Almanya tarafında yer almayı gerektirdiği zaman, Alman taraftarı olmuş ve Almanlarla birlikte hareket etmiştir.

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na fiilen girdikten hemen sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı aynı zamanda Osmanlı III. Ordu Komutanı olarak Sarıkamış Kuşatma Harekâtını bizzat yürütürken görmekteyiz. Enver Paşa kuşatma planını uygulamak için 22 Aralık 1914’de başlattığı taarruz, Birinci Dünya Harbi’nin en acı sayfalarından birini oluşturur. Enver Paşa’nın bizzat kendisinin de belirttiği gibi burada ordu sadece düşmana karşı değil “havanın ve yerin” gösterdiği muhalefete karşı da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Asker çoğu zaman yolu olmayan, ya da bir-bir buçuk metreye varan karla kaplı olan, geçit vermeyen 3500 metre yüksekliğindeki dağ yollarını aşmak zorunda kalmıştır. Öyle ki 19 Aralık ile 10 Ocak tarihleri arasında bölgedeki ortalama hava sıcaklığı -20 ile -25 dereceye kadar düşmüştü. Enver Paşa’nın kendi karargâhı bile 25 Aralık ile 2 Ocak tarihleri arasını çadırsız geçirmek zorunda kalmış ve bazı karargâh subaylarının ayak parmaklarının donduğu görülmüştür. Ordu, ulaşım güçlüğü nedeni ile sadece dört güne yetecek kadar yiyeceği beraberinde götürmüş ve 25 Aralık ile 27 Aralık akşamına kadar, iki gün sadece ekmek ile zeytin yemek zorunda kalmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı Sarıkamış önlerine ancak yorgun ve bitkin halde bir avuç asker ulaşabilmiştir. Bu felaketin en önemli nedeni, araç ve gereç yetersizliğinden dolayı, kolordular arasında iyi bir muhaberenin kurulamamış olmasıydı.

Sarıkamış kuşatması III. Ordu’yu adeta eritmişti. Hafız Hakkı Paşa’nın kolordusuna ricat emri verirken söylediği gibi “…şereften başka her şey mahvolmuştu…”. Türk tarafının insan kaybı konusunda 30 000’den 90 000’e kadar varan rakamlar verilmektedir. Kuşatma sırasında III. Ordu’nun ikinci Kurmay Başkanı olan Albay Felix Guse’nin Rus kaynaklarına dayanarak doğru kabul ettiği rakam, 11 000 şehit, 3500 esirdir. Guse’ye göre III. Ordu’nun esas kaybı firarilerden oluşuyordu. Nitekim Ocak ayı başlarında Erzurum dolaylarında 12 000 asker kaçağı toplanmıştı. Türk ordusunda ölü sayısının fazla olmasının en önemli nedeni, gerekli sağlık personeli ile hastanelerin yokluğuydu. Bu kayıplarla III. Ordu, dört yıl süren  savaş sonuna kadar bir daha eski gücüne kavuşamamıştır. Giyim, kuşam, beslenme ve sağlık personeli yönünden daha iyi durumda olan Rus ordusunun toplam kaybı ise 32 000 civarındaydı.

Rusya’daki Bolşevik İhtilali’nden sonra, Kafkasya’da ortaya çıkan Osmanlı – Alman çıkar çatışmasında Enver Paşa hiçbir şekilde taviz vermek istemiyordu. Zira Kafkasya onun misyonu içerisinde önemli bir yere sahipti. Kafkasya hem Turan’a giden yol üzerinde yer alıyor hem de içinde Türk nüfusu barındırıyordu. Kaldı ki Enver Paşa kendisi Almanya karşısında taviz verse bile Kafkasya’daki ordu komutanları buna rıza göstermeyeceklerdi. Enver Paşa’nın ayakta kalabilmesi için parlak bir siyasi ve askerî başarıya ihtiyacı vardı. Bu fırsat şimdi Rusya’daki ihtilal ile ortaya çıkmış ve bunu Almanlar karşısında heba etmek istemiyordu. Hatta Enver Paşa için Kafkasya o kadar önemli idi ki diğer cephelerde Osmanlı askeri ile Alman askeri aynı safta savaşmalarına ve Osmanlı Devleti Suriye Cephesi’nde çökme noktasına gelmiş olmasına rağmen Enver Paşa, Kafkas Cephesi’nde özel birlikler tutmuş ve bu birlikler ile Almanya’ya karşı çatışmaya girmişti. Hatta Osmanlı askerleri müttefik Alman askerlerinden esir bile almışlardı. Böylece Osmanlı–Alman İttifakı savaşın başından beri ilk defa kopma noktasına gelmişti. Bu şartlarda çalışamayacağını belirten Enver Paşa, Alman Orduları Yüksek Komutanlığı’na istifa edeceğini bildirmiştir. Ancak yardımcısı Alman General von Seeckt’in devreye girmesiyle bu istifa teşebbüsü önlenebilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşıldığında, Mart-Nisan 1918’de Harbiye Nazırı Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin müttefikleri ile birlikte artık bu uzun savaşı kaybettiklerini anlamış ve askerî tedbirler almaya çalışmıştır. Aldığı en önemli tedbir ise Kafkasya’daki Osmanlı Üçüncü Ordusu’nu yeniden teşkilatlandırarak güçlendirmek ve ayrıca çok güvendiği kardeşi Nuri Paşa komutasında Kafkas İslam Ordusu’nu kurmak olmuştur. Enver Paşa savaş kaybedilince düşmanın Anadolu’da dâhil olmak üzere vatanı işgal edeceğini tahmin edebiliyordu. Böyle bir işgale karşı Güney Kafkasya’da, 1918 yılı başlarından itibaren yapmış olduğu askerî yığınağı kullanarak savaşın “ikinci safhasını” başlatmak ve bu askerî birlikler ile Millî Mücadeleyi başarıya ulaştırmayı hedefliyordu. Ancak bunu Enver Paşa değil Mustafa Kemal Paşa başarabilmiştir.

Enver Paşa ve ittihatçı arkadaşları 1918 yılının 1 Kasım’ı 2 Kasım’a bağlayan gecesi bir Alman torpidosu ile yurdu terk ettiklerinde hepsinin amacı en kısa zamanda tekrar çok sevdikleri vatanlarına geri dönmekti. Yurdu terk etmelerinin nedeni adil olmayan mahkemelerde yargılanıp cezalandırılacaklarını düşünüyor olmalarıydı. Nitekim onlar yurt dışında iken İstanbul’da gıyaben yargılanıp idama mahkûm edilmişlerdi. Onun için İttihatçılar “geçici bir süreliğine” vatanlarını terk ediyorlardı.  Bu nedenle de yurt dışında kaldıkları süre zarfında Anadolu’da başlamış olan Milli Mücadele’nin her safhası ile ilgilenmişler ve katkı sağlamak istemişlerdir. Bunu hem Enver Paşa’nın hem de diğer ittihatçıların Mustafa Kemal Paşa’ya yazmış oldukları mektuplarından anlıyoruz.

Enver Paşa ve diğer İttihatçı arkadaşları 3 Kasım 1918 tarihinde Sivastopol’a ulaştılar. Buradaki Alman askerî yetkilileri misafirleri olan İttihatçı liderleri Berlin’e göndermek istiyorlardı. Fakat Enver Paşa, Transkafkasya’daki İslam Ordusu’nun operasyonlarını sürdüren amcası Halil Paşa ve kardeşi Nuri Bey’in yanına geçmek niyetindeydi. Ancak İstanbul’daki Alman Büyükelçiliği görevini yürüten Waldburg, Alman Dışişlerinden, Enver Paşa’nın Kafkasya’ya geçmesine müsaade edilmemesini, böyle bir durumun İstanbul’da kabine krizine neden olabileceğini ve bunun da Alman çıkarlarına uygun olmayacağını belirtmekteydi.

Enver Paşa’nın Sivastopol’dan Kafkasya’ya geçmek giriştiği ilk teşebbüs, temin ettiği takasının kayalara bindirmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu arada İtilaf Devletleri’nin, Transkafkasya’daki Osmanlı birliklerini etkisiz hale getirip kumanda heyetini de dağıttıklarını öğrenen Enver Paşa Kafkasya yerine Berlin’e, İstanbul’dan beraber yola çıktığı arkadaşlarının yanına gitmeye karar verdi. Nisan 1919’da Berlin’e gidip Babelsberg kasabasına yerleşti ve Almanya’da yeniden teşkilatlanmaya çalışan İttihat ve Terakki’nin faaliyetlerine katıldı.

Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte, Enver Paşa önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istiyordu. Enver Paşa Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919 ile Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkmış, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçen Enver Paşa, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Orta Asya Türklerinin bağımsızlıklarını Bolşeviklerin yardımı ile kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğradı, Bolşeviklerden umduğunu bulamadı.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Savaşı kazanılmış, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız hale gelmişti. Enver Paşa’da bu aşamadan sonra hem Anadolu’da ikilik çıkarmamak hem de kendisi için bir başarı şansı görmediğinden, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla birlikte Bakü’den Buhara’ya geçmişti. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermekti. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişti; ancak 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada öldürüldü.

EL KASSAM TUGAYLARI VE ENVER PAŞA

Balfour Deklarasyonu’ndan sonra Kassâm, Trablusgarp'ta önce Enver Paşa, ardından Ömer Muhtar ile iş birliği halinde İtalyanlara karşı mücadele etmiş ve Cihan Harbi sırasında da Fransız işgaline karşı direnişin sembolü olmuştu.

Onun direniş kültürü öğretisi bugün Kassam Tugayları olarak bilinen askeri kanadının temelini oluşturacaktı.

Trablusgarp, İtalyanlarca işgal edilince Kassâm kendisini aktif siyasetin içerisinde buldu.

Türkler için asker, para ve silah toplayarak mitingler organize etti.

Kassâm, Enver Paşa için topladığı 250 kişilik birliği ile cephede ciddi bir görev alamadı; çünkü tam sırada Balkan Savaşları patlak verdi.

Kassâm birliklerini dağıtmak yerine Osmanlı ordusuna katıldı.

Bu birlikler düzenli orduya dahil edildi ve Kassâm da ordu imamı olarak göreve alındı.

Birinci Cihan Harbi ile beraber Kassâm, Osmanlı ordusu içerisinde ilk ciddi görevleri üstlenmeye başladı; fakat savaşta Osmanlı ordusu bilhassa Doğu cephelerinde bir bir düşmeye başlayınca Kassâm, kendi memleketi olan Suriye'de Fransız işgalini engellemek adına bir direniş örgütü meydana getirdi.

Bölgede ulusalcı bir gündemle hareket eden Arap örgütlerin varlığına rağmen Kassâm bu temayüllerin aksine hareket etmesi Suriye direnişinde zayıf kalmasına neden oldu.

Fransızlar tarafından kimliği deşifre olunca silah arkadaşlarının bir kısmı Anadolu'ya geçerken Kassâm, Filistin'e gitmeyi tercih etti.

Anadolu'da Yunanlılara karşı mücadele etmek yahut Filistin'de İngilizlere karşı savaşmak arasında tercih yapan Kassâm, Filistin cephesini daha önemli bulacaktı.

Mustafa Kemal Atatürk, Trablusgarp cephesinden bu yanı yakın ilgi gösterdiği direnişçilere, başta Seyyid Ahmed Eş'şerif Es-Senusî olmak üzere, kucak açmış ve Anadolu'nun kurtuluşu mücadelesinde yanında yer vermişti.

Kassâm'ın yanında mücadele eden direnişçilerin bir kısmı ise tercihini Ankara'dan yana kullanmıştı.

Kassâm kısa süre içerisinde Filistin'de gizli bir direniş örgütü meydana getirdi ve Balfour Deklarasyonu'nun yıl dönümünde, 2 Ekim 1935, ilk ciddi silahlı eylemi gerçekleştirdi.

Onun meydana getirdiği direniş örgütü İhvan vb. hareketlerden farklı olarak daha ziyade Teşkilat-ı Mahsusa tedrisatından geçmiş ve Türk direniş örgütlerinin reflekslerine sahipti.

Bir direniş ordusu gibi hareket ediyor, istihbarat topluyor ve düşmanla göz göze gelerek çarpışmayı tercih ediyordu.

Bu yaklaşım başlarda Filistin mücadelesi veren örgütlerde ayrılıklara neden oldu.

"Enverci" (Paşa) bir direnişin Filistin halkını uluslararası kamuoyunda zorda bırakacağı ve sivillere yönelik katliamları meşrulaştıracağı görüşü tartışmaları beraberinde getirdi.

Kassam'ın basmacı tavrı İngilizleri ciddi tedbirler almaya sevk etti.

Bu vaiz evden eve saklanıyor, çoğu zaman 10-15 adamla gezerek baskın zamanlarında kısa sürede yüzlerce adam toplayarak bölge güvenliği açısından muazzam bir tehdide dönüşüyordu.

Herhangi bir bölgede karargâh kurmuyor, yine herhangi bir hiyerarşi içerisinde yer almıyordu.

Kassâm'ın bu stratejisi her Filistinli köylüyü potansiyel bir askere ve istihbarat elemanına dönüştürüyor ve tehdidin günden güne büyüyerek güçlenmesine neden oluyordu. İngilizler de bu durumun farkındaydı ve yaklaşık 500 kişilik bir kuvvetle yerini tespit ettiği Kassâm'ın üzerine yürüdü.

Kassâm, İngilizlerce kuşatıldığında yanında kendisi de dahil 15 kişi bulunuyordu ve çıkan çatışmada, 20 Kasım 1935, etkisiz hale getirilmişti.

Bugün Kassam Tugaylarına adını veren İzzüddîn el-Kassâm'ın hayatı ve mücadelesi birbirini etkileyen olaylar silsilenin de köklerini oluşturmuştu.

Elbette sivil ölümlerini tasvip etmek mümkün olmamakla beraber direniş şekli ve örgütlenme biçimiyle Kassâm'ın etkisinde olduğu iki önemli tarihi şahsiyet bulunuyordu: Enver Paşa ve Ömer Muhtar.

Bu sebeple Kassâm'ın direniş örgütü diğer Arap direniş gruplarınca "Enverci" gibi ithamlarla eleştiri konusu olacaktı. (Mehmet Mazlum Çelik - INDEPENDENT TÜRKÇE)

Editör: Habererk Haber Merkezi