Son birkaç yıldır toplum olarak gazetelerin üçüncü sayfalarına benzeyen yaşantılar, uygulamalarla karşı karşıyayız. Ahlakın kaybolduğu her köşe başında bir usulsüzlüğün bireyi karşıladığı, "nasıl bu hale geldik?" sorusuyla sıkça muhatap olduğumuz garip zamanlarda yaşıyoruz.
Parsons toplumu "uzun vadeli var olmanın temel işlevsel gereklerini kendi kaynaklarından alan bir sistem" olarak tanımlar. "Toplumu bir sisteme aynı işlemi gerçekleştirmiş için birleşen birimlerin karşılıklı ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir kümeye benzetir. Toplum gerek birbiriyle gerekse bütünle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde olan parçalardan müteşekkil ve kendini devam ettirme özelliği bulunan, bütünlük arz eden dengeli bir yapı olarak karşımıza çıkar. Bunun sonucunda toplumsal bütünleşme ortaya çıkacaktır." İşlevini yerin getirmeyen kurumlar toplumsal bütünleşmenin önünde engel teşkil eder.
Bir kurumda var olan aksaklık diğer tüm kurumların işleyişini aksatır. Toplumsal yaşamı şekillendirirken -gelecek tahayyül edilirken-kurumların görevlerini tam manasıyla yerine getirmelerine imkân sağlamalıyız.
1. Kuvvetler Ayrılığı Ve Bağımsız Yargı
İnsanların en büyük arzusu, huzurlu ve güvenli bir toplumda yaşamlarını idame ettirme isteğidir. Toplumda güvenin ve huzurun temelinde ise çağdaş demokrasinin olmazsa olmaz dayanağı, hukuk devleti vardır. Hukuk sistemi yönetimde keyfiliğin önlendiği, devletin hukuka bağlı olduğu, yargının bağımsız niteliği ile siyasal baskı ve karışmalardan etkilenmeden çalıştığı, hukuk kurallarının herkese eşit uygulandığı, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, bireylere hukuk güvenliğinin sağlandığı sistem olarak tanımlanır. Hukuk kuralları yönetilenler kadar siyasi iktidarı kullanan devlet organlarını ve yöneticileri de bağlamalıdır. Hukuk devleti, devlet iktidarının hukuka bağlılığını, sınırlanmasını ve dengelenmesini sağlayan iki prensibe dayanır. Birinci prensip kuvvetler ayrılığıdır. Diğer prensip ise temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasıdır. Hukuk devletinin gereklerinden biri de kuvvetler ayrılığı prensibidir. Kısaca kuvvetler ayrılığı iktidarın tek elde toplanmasını önler. Ve iktidarı yargı eliyle denetler. Bu mekanizmanın bozulması sonucunda ortaya çıkan keyfi kararlar, uygulanmayan kanunlar ve zorbalık meydana gelir. Çünkü hukukun bittiği yerde tiranlık başlar. Ülkemizde bağımsız ve dolayısıyla yansız yargı sorunu çözüleceği yerde git gide içinden çıkılmaz bir kara deliğe dönüşmekte daha doğrusu dönüştürülmektedir. Adalet yürüyüşü bu yüzden son derece önemli bir tepkidir. Aristo'nun dediği gibi, "Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir. İyi kanun iyi düzendir. Hukuk her şeyin üstünde olmalıdır." Geleceği biçimlendirmek için ilk önce hukukun üzerindeki gizli -ki son yıllarda apaçık görünen- elin kaldırılması gerekir. Aksi takdirde bu yandaş hukukun doğuracağı tek şey anomi* olur. " Dünyanın imarı ancak adaletle mümkündür."(Fazl b.Iyaz)
2.Özerk Üniversiteler ve Bağımsız Bilim
Aydınlama çağı bilginin zihinlere ışık tutmasıyla başlar. Bilgimize ekleme yapabiliriz, ancak onu eksiltemeyiz. Bağımsız yaşamak isteyen devletler bilime mecburdur. Bilimi gerçek yol gösterici olarak benimseyen bir devlet politikası olmaksızın kurumsal, sürekli ve yaygın bir gelişme sağlanamaz. Bilimi rehber edinmeyenler kendi ayakları üzerinde duran, kendi potansiyeline güvenen bir devlet, ekonomi, ordu, toplum kurup yaşatamazlar.
Francis Bacon'ın da dediği gibi "bilgi güçtür, bilemek yapmaktır." Günümüz dünyasında etkin söz sahibi Amerika Birleşik Devletleri var olan gücünü bilimden ve bilginin birikimli ilerlemesinden almaktadır. Elbette ekonomik anlamda da üstünlüğe sahiptir lakin bu üstünlüğün temelinde de bilgi vardır. Burada yola çıkarak diyebiliriz ki bilgi nükleer santrallerden daha etkin bir güçtür. Çünkü geleceğin elinde taşır.
Günümüzde Türkiye'nin modernleşmesinin laiklikle başladığını zanneden ve bilimdeki gerilemenin sebebini İslam'ın etkisinden dolayı olduğunu savunanların sayısı ne yazık ki fazladır. Onların kaçırdıkları nokta ise tam bağımsızlık ile bilim politikaları arasındaki doğru bağlantıyı görmemeleri/ görmezden gelmeleridir. Bu düşüncenin temelinde doğu ve İslam toplumlarını geri kalmaya mahkûm gören oryantalist bakış açısı vardır. Ülkemizde uzun zamandır bilim üzerinden yaratılan suni gündemler sonucunda bilim kendini ifade etmekten asıl olana yönelememektedir. Siyasi iktidarın tam anlamıyla baskısını her bir biriminde hissetmekte olan bilim insanları bunun sonucunda maalesef yurt dışına göç etmektedirler. Beyin göçü gün geçtikçe katlanarak artmaktadır. Bir toplumu ayakta tutan bilim insanları ve sanatçılardır. Onları yok sayar, susturursanız o toplum göçük altında kalır.
3.Üreten Ekonomi
Türkiye'nin modernleşme hareketi, İngiltere ve Fransa'dan farklı olarak burjuvazinin aşağıdan gelişerek -ülke entelektüelleri ile etkileşim içinde- iktidarı ele geçirmesi biçiminde değil, devlet eliyle yukarıdan aşağıya modernleşme hareketinin yerleştirilmesi biçiminde yaşanmıştır. Türkiye'de Batı'daki gibi bir girişimci burjuvanın ortaya çıkamamış olmasına neden olmuştur
Werner Sombart (1863-1941) tarafından, Der moderne Kapitalismus (Modern kapitalizm) (1916) başlıklı kitabının ikinci baskısının Önsöz'ünde, "bizatihi ekonomik hayatı da insanın toplumsal varoluşunun büyük bağlamı içine yerleştirme" yaklaşımı olarak ifade edilir. Böylece kapitalist ekonomilerde sahip olunan teknik bilginin, zihniyet yapısının ve üretim organizasyonunun modern ekonominin gereği olarak kabul edildiği görülür. Bu kabul ediş, var olan sistematik bilginin İnsana kültürel kod olarak aktarılmasını hedeflediğinde toplum ile ekonomik kalkınma birlikte iç içe geçebilir ve bir taraf -ekonomi- gelişirken diğer taraf- toplum- geri de kalmamış olur. Bunu sağlayan toplumlarda da hızlı bir kalkınma görülür. Örneğin; Almanya.
Yaklaşık on yıl kesintisiz süren savaşlarda en genç, en verimli, en vasıflı insanlarını kaybetmiş, Osmanlı'nın dış borçlarının 2/3'sini üstlenmiş, petrol kaynaklarının tamamını kaybetmiş, milli burjuvazisi oluşmamış birkaç atölye dışında sanayi tesisi bulunmayan nüfusun %76'sının kırsal alanda yaşayan bir ülkede, dünyanın en büyük ekonomik krizinin yaşadığı bir dönemde, yorgun ve yılgın insanlarla gerçekleştirilen kalkınma hamlelerini okurken yüzümüzü günümüze çevirdiğimizde gördüğümüz şey ülkenin bir baştan diğer başa bir inşaat şantiyesine dönüşmesidir.
Kuruluşun ilk yıllarındaki sanayi tesisleri için gereken sermayenin tarım aracılığı ile sağlandığı ve "Türkiye bir tarım ülkesidir" cümlesi artık gerilerde kalmış durumda. Tohumların ithal edilmesinin yanı sıra tahıl ürünlerinin, meyve-sebzenin, hayvanların ve hayvan yemlerinin ithal edilmesi, ekim alanlarının her dönem ciddi bir şekilde azalmaktadır. Yanlış politikalarla çiftçi banka kredisi, mazot ve gübre üçgeninde sıkışmış bir şekilde kaderine terk edilmiş durumda.
Teknolojik alt yapıdan yoksunluk kullanılan teknolojik ürünlerin tamamında dışa bağımlılık mevcut. Yap- işlet-devret ile yapılan yol, köprü vb. projelerin kalkınmanın örneği olarak gösterilmektedir ki aslında mevcut güç kullanılmayarak yanlış politikalarla devlet zarar etmektedir.
Üretmezliğe ve günü kurtarma siyasetine dayanan politikalarla ekonomimiz daha ne kadar dayanabilir ki? Bulunduğu konumda ayrıcalıklı bir Türk devleti olmak varken fakir bir Arap devletine dönüşen bir anlayış hâkim iken toplum bundan ne kadar haberdar? Bilindiği üzere tam bağımsızlığın var olması için dışa bağımlılıktan arınmış ve üreten ekonomiye ihtiyaç vardır.
Sonuç
Özetle adaletin var olduğu bir toplumda bilimin açtığı yolda ekonomik atılımlar hem ülkenin kalkınmasına hem de var olan potansiyelin kullanılmasına imkân sağlar. Adaletin sağlandığı ortamda yukarıda söz ettiğimiz tüm unsurlar domino taşı etkisiyle gerçekleşir. Geleceği tasarlarken kullandığımız yöntem bu toprakların tarihsel geleneğinden gelmelidir. Türkiye'nin eski günlerine dönmesinin ve hatta daha ileriye gitmesinin yolu Atatürk'ün açtığı yoldan ilerlemektir. Türkiye'de insanların özlemini çektiği çağdaşlığa bilimin temel alındığı, laik ve demokratik yapılarla ulaşabilir. Yazdığım unsurlar bir çırpıda gerçekleşecek durumları içermiyor belirli bir zaman içerisinde ancak gerçekleşebilir. Ziya Gökalp'ın de dediği gibi " Ey bu günün Türk genci! Bütün bu işlerin yapılması asırlardan beri seni bekliyor!"
Dilek Okyay
Sosyolog