Geçen günlerde Ankara’da Gönüllerde Birlik Vakfı’nın Salı Sohbetlerinde dinlediğimiz kıymetli bir Hoca, Yerlilik Meselesini etraflıca ele aldığında zihnimde var olan birkaç soru zeminini buldu. Uzunca bu sohbetin bahsi ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte bu sohbetten yazıya alınacak iki cümle kaldı hatırımda. İlki, İsmet Özel’in: “Bilmem insan nerenin yerlisidir?” sorusu ve diğeri: “Biri, diğerinin yerliliğini anladığı nispette onun ruhuna vakıf olur.” Peki nedir insanın yerlisi olduğu mekân ve onu gurbete sürükleyen durum?
Bu meseleyi uzun süredir düşünüyorum, tarih boyunca ister konar göçer ister yerleşik hayat tarzını benimsemiş olsun, Türklerin her daim yeryüzünü benimsediğini ve merkez haline getirdiğini görüyoruz. Halbuki bugün Türkler olarak vatanımızın tam ortasında, gurbeti kucaklar vaziyetteyiz. Murat Menteş’in Derde Deva Randevu isimli çizgi roman serisinin üçüncü cildinde Charles Dickens ile yaptığı hasbıhal esnasında Dickens şöyle söylüyor: “Onca kalabalığa rağmen, bu nasıl bir yalnızlık?” [1] ve devam ediyor: “Şehirler kalabalıklaştıkça emniyetsizlik ve itimatsızlık her şeyi her şeyi gölgeliyordu. Gurbet coğrafyası genişlemişti…”
Burada, ülkemizin son on yılda hız kesmeyen göç dalgasına bir nazire var gibi. Dickens devam ediyor: “Emniyet ve itimadı tahrip eden adaletsizliktir. Adaletsiz memlekette her şey tersine döner. Katiller masumları yargılar. Masumiyet ıstıraba dönüşür.” Bu iki cümle, iki yüzyıl önce yaşamış bir romancının adeta Türkiye’nin şu anki halini resmetmesi gibi. Esasında Charles Dickens yaşadığı dönemde sefaleti ve toplumun görmezden gelinen yoksulluğunu ele alıyordu. Romanlarında ekseriyetle mazlum ve yoksul çocukların hayatını anlatıyordu. Buradan hareketle maalesef görmekteyiz ki iki yüzyıl sonra Türkiye’de yoksul ve mazlum çocukların sayısı azalmamış, artmıştır. Artık onları görmek için Dickens’ın romanlarına, suç ve cezaların dengesizliğini keşfetmemiz için Dostoyevski’yi tanımamıza lüzum yok. Artık dünya klasiklerinin, sanat olsun diye yazılmadıklarını biliyoruz. Kendimizden biliyoruz…
Kalabalıklaşan şehirlerin, devamlı süregelen yabancı akınının istilası altındayız. Adaletsizlikle kendi toplumuna yabancılaşan bireyler, bu kalabalık içinde yalnızlıklarını günbegün pekiştiriyorlar. Ve nihayetinde kendi yurdumuzda, gurbetin genişleyen coğrafyasıyla burun buruna geliyoruz. Yüzümüzü nereye dönsek yabancı görüyoruz. Yalnızca sığınmacılar yahut turistler değil, artık aynada gördüğümüz yüz de bir başkasının sanki. En kötüsü, kendimize yabanıl kalmamız.
Geçenlerde sosyal medyada mevcut hükûmetin yalnızca ekonomiyi değil aşk hayatını da bitirdiğini söylemiştim. Buna anlam veremeyenler oldu. Halbuki bir kişi bu cümleyi şöyle yanıtladı: “Artık rüyalarımda bile sınır hattında çatışan bir askere âşık oluyorum. Rüyamda bile kırlarda koşan aşıklardan değilim.” Bu, şu demek oluyor ki bizlerin duygusal iklimiyle, ihtiyaç dengesiyle, yurt ve gurbet mefhumlarıyla ciddi derecede oynuyorlar. Suç dış mihrakların değil çünkü artık onlar dışarda değiller.
Gençler olarak yurt dışı ile yurt içi arasındaki farkları göremez haldeyiz. Artık bir yeri vatan kılmak için yaşanılır olmasını şart koşuyoruz. Çünkü vatanımız yaşanılır olmaktan çok uzak. Rüyalarımızda bile kırlarda koşamıyoruz. Sevdiklerimiz devamlı sınır hattında. Bizlere sürekli bir yetersizlik hissi aşılanıyor. Ve ülkemizde, gittikçe azınlık halini alıyoruz.
İsmet Özel’in “Bilmem insan nerenin yerlisidir?” sorusuna yanıt bulmaktan, gittikçe uzaklaşıyoruz. Çünkü insan, bir yerin yerlisi olmaktan menediliyor günümüzde. Millileşmenin ayıplandığı, her çiçeğin kendi toprağında yeşereceğini söylemenin ırkçılık addedildiği bir siyasi düzlemde savaşıyoruz. Savaşların kazananı olmaz. İki taraf da az çok kayıptan nasibini alır. Ama biz senelerdir, gurbet coğrafyasını genişletmeye ant içmiş uluslararası projelerin iş birliği ile içinde olmadığımız savaşların kayıplarını veriyoruz. Biz Suriye değiliz. Biz Amerika ya da Rusya da değiliz. Ama korkum o ki yakında Türkiye de olamayacağız. Tanrı Türklerini korusun.
[1] İki Şehrin Hikâyesi Adlı Eserinden