20 sene evvelki 45 saniyeyi hiç unutmadım. Bahçelerde yatarken bir gece, bir el, omuzuma dokundu. “Seni almaya geldim.” Rahmetli âbim, Ankara’dan yetişmişti. Demek ki enkaz altında kalsam gelip çıkaracak birisi vardı. Bunun nasıl bir duygu olduğunu, ancak yaşayan bilir. Çünkü maalesef ve maalesef, 17 Ağustos depreminin ilk günlerinde devlet, ortada yoktu. Enkaz fotoğrafları üzerinde “Devlet nerede?” manşetiyle çıkan günlük gazeteler, arşivde duruyor. 3. gün Mehmeçik yetiştiğinde oh demiştik. Niye ilk gün yetişmediğini bir türlü anlayamamıştık.
İşyerindeki arkadaşlar, organize olup deprem bölgesine yardıma gittiğimizde, gözlerime inanamadığım bir hâdiseyle karşılaştım. Bir mahalle boşalmıştı. Mahalle sâkinlerinin yakındaki bir bahçeye toplandıklarını öğrendik. Bahçe etrafında silahlı adamlar vardı. Sebebini sorduk. “Güvenlik kalmadı. Yağma var. Ailelerimiz korumak zorundayız.” dediler. Tövbe edilmesi gereken zamanda yağma, hırsızlık olduğunu duyunca dehşete düştük. Organ mafyası söylentileri bile dolaşmaya başlamıştı. Polisin ve askerin, asâyişi sağlaması imkânsızdı.
Bunları niye hatırlattım?
Depremi Yalova’da yaşayan Hüseyin Gülerce, birkaç gün evvel açık seçik olarak, “İlk gün devleti beklemeyin.” diye yazdı. Dilim varmıyor ama İstanbul’da bir deprem olsa günlerce devleti beklemeyin. Dileğim devletimin, daha ilk saatte yetişmesi. Fakat böyle çarpık binâlaşmanın olduğu bir şehirde devlet nereye yetişsin? İtfâiye, ambulans, doktor, o sokaklara nasıl girsin?
İstanbul’da yaşamadığım için felâket tellallığı yaptığımı düşünen çıkabilir. İki oğlum İstanbul’da. Son depremde birisi, hemen aradı. Sonra irtibatımız kesildi. Neredeyse hepimizin, İstanbul’la bir bağı var.
Kaos ortamları, şiddete gebedir. Böyle durumlarda, nasıl içimizdeki iyilik ve yardım duyguları harekete geçiyorsa içimizdeki cavanar da ortaya çıkabilir. Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ da olduğu gibi, yıllarca bastırılan kötülük, özgürlüğüne kavuşabilir. Bunu Gezi olaylarında gördük. Kuğulupark’daki köprüden koca koca taşları alttan geçen arabalara atmanın, arabaları yakmanın, ağaç eylemiyle ne ilgisi vardı?
Muhtemel büyük depremde en büyük korkum, İstanbul’da bir “Arınma Gecesi”nin yaşanması; Bay Hyde’ların ortaya çıkması. Daha yeni şâhit oldum. “Ben canımın istediğini yaparım.” diyen site sâkinine hukuk hatırlatması yapınca, “Ben adamın kafasını koparırım. Belânın içinden geldim.” dedi. Acaba hukuk olmayan bir ortamda kafa mı kopartır yoksa yaptıkları için Allah’tan af mı diler?
Bir yıkımın arkasından polisin, askerin olmadığı bir süreçte kimi, kime şikâyet edeceksiniz? Herkes, kendi can güvenliğini sağlamak zorunda kalacak. Yaklaşan, yanına sığınmak isteyen yabancı, dost mu düşman mı şüphe edecek. Caniler, yağmacılar, kânunların işlemediği, suçun hesabının sorulmadığı bir kargaşada her türlü manyaklığı yapacaklar. Geçim sıkıntısından bunalanlar, gelir dağılımına isyan edenler, zengin semtlere akacaklar vs. vs.
Bizler, eğer hayattaysak sevdiklerimiz ne yapıyor diye kafayı yiyeceğiz. Belki yardım için yollara düşeceğiz. Belki de İstanbul’a giriş çıkışlar tutulacak. Aklıma o kadar kötü şeyler geliyor ki.
Geçenlerde bir haber gördüm. Adam diyor ki, “Askerî birlikleri, İstanbul’un dışına çıkardınız. Mehmetçik de yetişemeyecek artık.”
Eyvah ki ne eyvah!
Hani bugünlerde Ömerler arıyorduk ya aklıma, bir hayli hisse almamız gereken bir kıssa geldi.
Hz. Ömer zamanında bir zelzele oluyor. Topluca tövbe ediliyor. Halife, elindeki sopayı yere vurarak “Tövbe ettik. Sen de sâkin ol!” diyor. Zelzele duruyor.
İçimizde, sopasını yere vuracak bir Ömer var mı? Bizim Ömerler, ancak, “Ey arz! Sen hele bir dur; biz, sonra tövbe ederiz.” derler.
“Madem 7,4 bizim yüzümüzdendi. Artık biz yokuz. Niye sallanıyorsunuz?” diye soran 28 Şubatçılara verilecek bir cevâbımız var mı?
Cevâbımız da yok Ömerimiz de.
Bu yüzden duâ edelim. Çok duâ edelim. Rabbim, sabi sübyan hürmetine, bizleri helâk etmesin! Devlete zevâl vermesin. Emniyet güçlerine, ordumuza, askerimize, polisimize, sağlık personelimize kuvvet versin.
Bize de akıl fikir versin!