Salgın belası, bitmek bilmediği gibi bir arpa boyu da yol alınamayan iç siyaset çekişmeleri, yok Montrö, yok Kanal İstanbul tartışmaları, 128 milyar dolar araştırmaları derken Azerbaycan’ın Karabağ’da verdiği Vatan Muharebesi’ni, orada Rusya’nın müdahalesi ile son hedefe ulaşamadan buruk bir sevinçle noktalanan zaferi unutmuş görünüyoruz.
Azerbaycan’ın, gasp edilmiş topraklarını almak için verdiği destansı mücadeleyi millet ve devlet olarak desteklemiş, geri alınan her vatan toprağı haberinden sonra bizler de burada gururlanıp sevinç naraları atmıştık. İHA olarak bilinen Türk yapımı insansız hava araçlarının bu kazanımlardaki payı ayrıca göğsümüzü kabartmıştı.
Ancak her şey yolunda giderken ve hedefe az kalmışken, herkesin aklının bir köşesinde bulunan ama olmaması temenni edilen tehlike baş göstermiş; zamanımızın Rus Çarı Putin duruma el koyarak Azerbaycan ve Ermenistan liderlerini masaya oturtup sözde bir barış anlaşması imzalatmıştı. Öyle bir barış anlaşması ki, asıl muhataplar birbirlerine selam vermiyor, yüzlerine bakmıyor, ellerini de sıkmıyorlardı.
Tabir yerinde ise biz burada ne senaryolar yazıyor, Putin’in Paşinyan’ı cezalandıracağını söylüyorduk ve “Ateşkes” ilan edildiğinde de adeta durumdan vazife çıkararak görüşmelerin içinde olacağımızı, en azından gözlemci olarak masanın yanında duracağımızı hayal ediyorduk; o da olmadı. Sonra birtakım görüşmeler yapıldı ve Karabağ’da Türk – Rus gözlem noktaları oluşturulacağı, tıpkı bir ara Suriye’nin kuzeyinde olduğu gibi ortak devriyelere çıkılacağı haberleri yayılmaya başladı. Nihayet, 27 Aralık 2020 günü, bir Tuğgeneralimizin komutasında hareket eden ve subaylarla astsubaylardan oluşan 35 kişilik askeri birliğimiz Azerbaycan’a gitti.
Ancak bu birliğimiz beklenildiği ve umulduğu gibi Azerbaycan’la Ermenistan arasında kalan ve Rusların müdahalesi sonucu çözümsüz bırakılan çetrefilli bölgelerde değil, Ermenilerden tamamen arındırılmış olan Ağdam’da konuşlandırıldı. Görevinin de Ankara ve Moskova ile irtibatlı olarak ateşkes ihlallerini bildirmek olduğu söyleniyor. Yani Ruslarla birlikte devriye gezmek, duruma müdahale etmek yok.
1918 yılında, Osmanlı Türk Devleti’nin en zayıf olduğu durumda Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa komutasında Gence Üzerinden gidip Azerbaycan Gönüllüleri ile birlikte Bakü’yü Rus ve Ermeni işgalcilerinden kurtaran Türk Ordusu işte yine o topraklarda idi. Bakü’yü kurtaracak olan Kafkas İslam Ordusu’nu bekleyen ve haşmeti karşısında duygulanıp ünlü Laleler şiirini yazan Aslan Aslanov, Çırpınırdın Karadeniz şiirinin şairi Ahmet Cevat ve İki Devlet Bir Millet Azerbaycan Türkiye şiirinin müellifi Bahtiyar Vahapzade sağ olsalardı kim bilir ne mısralar döşenirlerdi! Doğrusu Azerbaycan – Türkiye kardeşliği için bundan daha büyük bir sevinç olabilir mi idi? Ancak Rus Rusluğunu yapıyor ve sevincimiz kursağımızda kalıyordu.
Çoktan beri bu konu hiç konuşulmayıp Azerbaycan’a giden birliğimizle ilgili haberler de çıkmayınca merak etmeye başladım. Hatta “Gitti sanıyoruz da gitmedi mi yoksa” diye vesveseye düşmüştüm. Derken, bu konuları bilen ve takip eden bir dostum, “Yapılan anlaşmada Türkiye’nin adı olmamasına rağmen biz varmışız gibi bir hava oluşturmuştuk. Aslında sembolik olarak oradayız ve Karabağ dışında bazı gözlem noktalarımız var” dedi.
Azerbaycan’dan, Şuşa’nın evladı yakın bir dostumu arayarak durumu sorunca yarasını deşmiş oldum. “Durum çok vahim” diyerek söze başladı ve şunları söyledi: “Durum pek de iyi değil. Karabağ sınırları içinde olan ve Karabağ’ın Başkenti durumundaki Hankendi, Şuşa’nın köyleri, Ermenilerin büyük katliam yaptıkları Hocalı, Hocavend’le Ağdere illerinin büyük kısmı Ruslarla Ermenilerin kontrolünde. Azerbaycan Bayrağı dalgalanan yerlerde bile Rus askeri var. Oralar adeta Rusların işgali altında. Bu bizi üzüyor ve çok ağırımıza gidiyor.”
Öyle ya, Azerbaycanlı kardeşlerimizin ifadeleri ile “Dövüş Meydanı’nda” kazanılan bir hakkın masada buruk bir sevince dönüştürülüp asıl hedefe ulaşamadan sonlandırılarak hayallerin yarım kalması nasıl ağırımıza gitmesin ki!
Evet, işgal altındaki Reyonların çoğu kurtarıldı. Ermeni vahşeti oraları yakıp yıkmış olsa da 30 yıla varan hasret sona erdi ama asıl hedeflerden biri Hocalı değil mi idi? Ah Hocalı ah! 1992 yılında Hocalı’ya giren ve savunmasız haldeki çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere 600’den fazla kardeşimizi katleden Ermenilerden bunun hesabı sorulamadı. Karabağ alınsa, Hankendi özgürlüğüne kavuşsa idi yüreklere bir nebze de olsa su serpilirdi, olmadı. Nasıl ki insan kasabı Stalin aramıza Ermenistan’ı sokarak Azerbaycan ve daha ilerideki Türk coğrafyası ile maddi bağlarımızı koparmışsa, günümüzdeki temsilcisi Putin de buna müsaade etmedi. Aşağıdan açıldığı/açılacağı kayda geçirilen koridor konusunda da doğrusu endişelerimin olduğunu, açılsa bile güvenliği konusunda şüphelendiğimi belirtmek zorundayım.
Başka dertler, sıkıntılar bize Hocalı’yı, da, Kerkük’ü de ve gitmesek ve görmesek de Doğu Türkistan’ı da unutturmamalı. Karabağ 30 yıla yakın bir süredir Ermeni işgalinde idi, önemli bir bölümü kurtarıldı. İnşaallah tamamı da er geç huzura kavuşur. Kavuşur da, yapılan mücadeleyi iyi yöneten Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in o meşhur “Ne oldu Paşinyan? Ne oldu Paşinyan” nidaları daha gür sesle semaları inletip gönüllerimizi ferahlatır. Bin yıldır Türk şehri olan Kerkük Irak’ın Kuzeyi’nde oluşturulan Barzani peşmergelerinin insafına terk edilmiş durumda. Oradan da “Ne oldu Barzani, ne oldu Barzani” nidalarını duymak en büyük dileğimizdir. Uzaklardaki Doğu Türkistan ise tam 71 yıldır Vahşi Çin’in işgali altında ve yardım elinin uzatılmasını bekliyor. Üstelik yalnızca işgal altında değil, milyonlarca kardeşimiz işkenceler altında soykırıma uğratılıyor. Dileriz ve isteriz ki İnşaallah Doğu Türkistan da 71 yıllık esaretten kurtulur.
Görüldüğü gibi millet ve devlet olarak daha yapacağımız çok iş, ilgileneceğimiz pek çok konu var. İçeride siyasilerimiz kısır çekişmeleri bırakıp bu konulara da kafa yormak zorundadırlar. Yoksa tarih bizi affetmez!