“Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu…” Sözlüklerde millet kavramı kısaca böyle tarif ediliyor. Yani, kederde, tasada, kıvançta bir olunacak, acılar paylaşılarak azaltılacak, sevinçler ise çoğaltılacak. Nitekim aile de milletlerin en küçük nüvesi olduğu için nikah memuru yeni evlenenlere “kederde, tasada, kıvançta bir olmayı” tavsiye eder.
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen ve “Asrın felaketi” olarak adlandırılan, daha sonra da başka sarsıntılarla devam eden deprem felaketi bize gösterdi ki Türk Milleti bütün olumsuzluklara ve fitne kaynaklarına rağmen henüz bu özelliklerini kaybetmemiş. Sağcısı solcusu, dindarı dinsizi hemen tek yürek olabildi. “Yaptığım yardım kime gider” demeden herkes elinden geleni yaptı. Evi, yeri olan felakete uğrayan mağdurların kim olduğuna bakmadan kapısını açtı.
Milletimiz bu kadirşinaslığı gösterirken siyasilerimiz ve özellikle iktidar sahipleri ayrımcılık yapmaya, ötekileştirmeye devam ettiler. Bunu yaparken de ağızlarından çıkanı herhalde kulakları duymadı ya da hep yapageldikleri gibi gerilimden beslenme yolunu seçtiler. Muhalefet partilerine mensup belediyelerin bütün imkanlarını seferber ederek hemen deprem bölgelerine gitmelerinden adeta rahatsız olundu, yaptıkları çalışmalar, verdikleri hizmetler görmezden gelindi. Yardımların yalnızca AFAD eliyle yapılıyormuş havasının verilebilmesi için olsa gerek Birleşmiş Milletlerden, Almanya’dan gelen çadırların bile bekletilip üzerlerine AFAD damgaları basıldığı yerli ve yabancı basına konu oldu. Millet can derdinde iken ve dakikalarla yarışılması gerekirken bunun yapılması gerçekten olacak iş değildi ama oldu. Bu tür felaketlerde ilk akla gelen yardım kuruluşumuz olan Kızılay’ın, iktidar tarafından AFAD’ın gölgesine çekildiği de ayan beyan ortaya çıktı. Kızılay’ın, bir yardım kuruluşu olmanın ötesinde ticari şirketleri de bünyesinde barındırdığını, bol maaşlı Yönetim Kurulu üyelikleri ve Ceoları/Üst Yöneticileri olduğunu da herkes öğrenmiş oldu. Bu yapılanmayı eleştirenlere iktidar yanlılarınca verilen cevap şu: “Cehaletin lüzumu yok; Kızılay bir devlet kurumu değil!..” Doğru, resmiyette devlet kurum değil ama uygulamaya, işleyişe, yapılan atamalara baktığımız zaman nerede ise pek çok devlet kuruluşundan daha çok devlet kurumu gibi duruyor, öyle değil mi?
Bütün bu karmaşa içinde tartışmalar, atışmalar devam ederken on on bir ilimizi yıkıp geçen depremin üstüne bir de siyasi depremle sarsıldık. Millete ümit vaat eden ve “Altılı Masa” olarak ifade edilen Millet İttifakı parçalanıverdi. Yıllardan beri “Değiştim” diyen, Genel Başkanı olduğu partisini de değiştirip dönüştürdüğünü söyleyip çeşitli kesimlere helalleşme çağrıları yapan Kılıçdaroğlu, işin içine şahsi ikbal meselesi girince değişmediğini gösteriverdi ve yola birlikte çıktıkları İYİ Parti lideri Meral Akşener’in masadan kalkmasının ortamını hazırlamaktan çekinmedi. Neyse ki birkaç gün süren belirsizlikten sonra “Demokrasilerde çare tükenmez” darbı meseli hükmünü icra etti ve bir şekilde çözüm bulundu.
“Kederli günlerime geldi çattı Ramazan” diye başlayan Halk Türküsünde olduğu gibi yaşanan depremler dolayısıyla milletçe kederde olduğumuz günlerde bir de bu siyasi depremle uğraşmaya başladık. Böyle bir durumda gündemin değişmesi elbette iktidarın işine yarar. Yaklaşan seçimler olmasa belki o kadar dert değildi ama şimdi oldu bir kere ve dert dert üstüne yığıldı. Millet olarak derdimizin nazını çekip dururken işte Ramazan ayı da gelip kapıya dayandı ama o türküyü çalıp söylemeye ve hatta dinlemeye bile mecalimiz yok.
Ateş düştüğü yeri yakar, ocağına ateş düşen, ciğerpareleri olan oğullarını, kızlarını, ailesinin başka fertlerini kaybedenler feryat figan ederler; bu gayet normaldir. Hele de haksızlığa uğramışlarsa, en ihtiyaç duydukları zamanda devletin şefkat elini yanlarında görememiş ve o elin geciktiğine kanaat getirmişlerse başka ne yapsınlar? Haklı bir feveran içinde olan insanları tavan yapan bir öfke tonu ile azarlayıp “Sesinizi yükseltmeyeceksiniz, susun, indirin şunları” diye azarlamak akıl alacak davranışlar değil.
Bir başka yönüyle de geriden sabır dilemek kolaydır. “Kader planı”, “Takdir-i İlahi” diye hassas noktalara dokunarak insanları yatıştırmaya çalışmakla yanıp yıkılmış hatta ölmüş insanlara ninni söylemek arasında fark yoktur. Hele de felaket göz göre göre gelmişse burada “Takdir-i İlahi” ya da “Kader Planı”ndan söz etmek suçu adeta Allah’a atmak gibi bir şeydir. Sıkıştıkları zaman Ayetlerden, Hadislerden örnekler verip Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerine sarılanlar, Hazreti Ömer’in adaletinden söz edenler, cami kürsülerinde “Allah adildir adil olanları sever” diye vaaz verip nasihat edenler kendi hayatlarında da keşke onlara uyup adil olabilseler, liyakate önem verseler, ayrımcılık yapmasalar, ilim yolundan ayrılmasalardı.
İktidar çevreleri ne kadar iddia etse ve tabir yerinde ise ne kadar suç bastırmaya kalksalar da bütün uyarılara ve hatta AFAD tarafından daha önce Kahraman Maraş’ta düzenlenip raporlaştırılan deprem çalıştayına rağmen hazırlıksız yakalanıldığı ve geç müdahale edildiği apaçık ortada. İlk iki gün askerin sahaya inmediği, depremin üzerinden bir ay geçmesine rağmen hala çadıra ulaşamayanların olduğu, hatta hala cansız bedenlere ulaşıldığını duymak insanı üzüyor.
Bu aksaklıkların başta gelen sebeplerinden birinin liyakate önem vermeden yapılan atamaların olduğunu artık Mısır’daki sağır sultan bile duydu. Akrabalardan, partililerden, hatır gönül işlerinden oluşturulan kadrolarla işler yürümez, yürümüyor. İlahiyatçı ya da İmam Hatiplileri bilgi ve birikimlerinin dışındaki işlerin başına getirmek her şeyden önce kendilerine zarar veriyor ve toplum nezdinde yıpranmalarına sebep oluyor. İslam Dini’nin güzel bir prensibi var: “Emaneti Ehline Verin!..”
“Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisa Suresi, Ayet 58)
Malum, Mekke’nin fethi sırasında Kabe’nin anahtarları henüz Müslüman olmamış olan Osman Bin Talha’nın elinde bulunuyordu. Hz. Ali o anahtarları alıp getirdiği sırada bu Ayet inince Peygamberimiz derhal gereğini yerine getirerek anahtarları tekrar Kabe’nin bakımı konusunda tecrübe sahibi olan ve “Müşrik/Allah’a ortak koşan” olarak nitelendirilen Osman bin Talha’ya emanet etti. Gelin görün ki siyasete atılmadan önce vaaz kürsülerinde ve sohbetlerinde sıklıkla bu örneği verenler iktidar sahibi olunca tamamen tersini yapmaktan geri durmadılar, durmuyorlar.
Başta da ifade ettiğim gibi milletimiz zor günlerde siyasi görüşlerini, etnik farklılıklarını, mezhep ayrılıklarını, zengin ya da fakir oluşlarını bir kenara iterek ve hatta akıllarına bile getirmeyerek birleşip tek yürek olmasını biliyor. Ancak bu birlikteliği bozan, kutuplaştırmaya iten siyasiler işi karıştırıyor. Hani nerede ise “Siyasiler olmasa Türk Milleti kendi kendini bir güzel yönetir” diyeceğim geliyor da demiyorum!
O halde millet olarak kederde tasada kıvançta bir olabilmemiz için siyasilerin aradan çekilmeleri ya da bu ilkel anlayışlarını değiştirmeleri gerekiyor. Onları değiştirmek de elbet millet olarak bize düşüyor.