Kırılganlık, alınganlık olmasın

Abone Ol

Baştan söyleyelim Türk ekonomisi ciddi bir krizin içerisinde ve sebebi değişmeden sonucu değişmeyecek bir düzlemde yalpalıyor. Tüccar mantığıyla yönetip halkta kâr edeceği algısıyla hep seçim kazanan AKP ekonomik krizle kendi oyununa düşerek pes eden yalancı pehlivan olacak. Bizi analiz etmeden aydınımızın aymazlığı siyasetçimizin kurnazlığıyla sömürü düzeninin kurulmasına zemin oluşturan dayatılan terminolojilere bir göz atalım.

Soğuk savaş dönemini sona erdiren Glasnost ile girilen doksanların başından beri süregelen küreselleşme veya globalleşme hikayesi tam bir aldatmaca. Küreselleşmeyle kast yahut ima edilen dünya büyük bir köy olacak, mal ve insanlar serbestçe dolaşacak ve hemen herkes büyüyen bu dünya pastasından az ya da çok pay alacaktı değil mi? Peki ne oldu? Görünüşte çok uluslu ama gerçekte birkaç ailenin kontrolünde olan küresel tröstler daha da zenginleşti halk ise daha fakirleşti. Serbest dolaşım ise hiç gerçekleşemedi.

Özelleştirmede de aynı sistem işledi. Devletin sırtında kambur olduğu iddia edilen halkın birikimi varlıklarımız haraç mezat satıldı. Sonuç; ilave kaynak kazandıramadı, istihdam yaratamadı işsizlik arttı. Sahibi kamu olan fabrikalar şahıslara geçti, onlar zenginleşti, gençler işsizleşti, halk fakirleşti. Bu iki kavramın kullanılırken toplum zararına neticelerinin asla gözardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Devletin varlığının sebebi ve halka karşı yükümlülüğü olan hizmetlerde ticari amaç güdülmesi baştan sakat bir anlayış ve kabuldür. Örneğin; Alt yapı yatırımları ve devlet tekellerinde halka hizmet ön plandadır. Ayrıca bu yatırımlar özel sektöre bir yandan öncülük eder diğer yandan da piyasada dürüst serbest bir rekabetin önünü açar. İlk dönem Cumhuriyet yatırımlarını fabrikalarını şöyle bir düşünün konu bariz biçimde tebeyyün eder. Örneğin; Kardemir tüm ülkenin medarı iftiharı olmuş bir örnektir.

Siyasetçinin elini sokmadığı zamanlarda da bunlar hep kâr etmiştir, gene eder. Kaldı ki bu işletmeler zarar etse de halka hizmete devam etmelidir, zararı bütçeden ödenir. Çünkü hizmet alan da vergi veren de aynı halktır. Amaç halka ucuz ve kaliteli hizmet sunmaktır. Ayrıca altyapı yatırımlarının ve devlet tekellerinin sosyal faydası da vardır. Hem kullanana fayda sağlar, hem de topluma yararlıdır. Örneğin; Eğitim ve sağlık hizmetleri bu tür hizmetlerdir. Masraflıdır ya da zarar ediyor diye okulları, hastaneleri kapatamazsınız. Kötü yönetimden kaynaklı zararların faturasını asla halka çıkaramazsınız. Mesela, trafik kazaları oluyor diye kara yollarını kapatabilir misiniz? Hayır tersine yolların kalitesini artırır, sürücüleri eğitir ve sıkı denetim yaparak sorunu çözersiniz.

Ülkemizde 1980 24-Ocak kararlarıyla başlayan özelleştirme furyası ekonomik açıdan halka ve devlete yarar sağlamadığı gibi tersine birikimlerinin heba olmasına yol açmıştır. Rasyonel bir özeleştirme elbette yapılabilir. Ama Türkiye'de siyasi iktidarlar özelleştirmeyi bütçe açıklarını kapatmak için kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Güncel olarak çok değil bir yıl kadar önce AKP li Bakanlardan birisi, "şeker fabrikalarının özelleştirmesinde 40 kere düşünmek gerekir" demişti. Ne değişti de şimdi alelacele özelleştiriyor yani satıyorlar? İnsan ve toplum sağlığını doğrudan ilgilendiren konunun temelinde yalnızca kâr ve zarar hesabı yapılırsa, halka hizmet anlayışı yoksa bu satışlar hiçbir işe yaramaz. Demokratik bir toplum düzeninde satışlar tepkiye neden olur. Halk bu tepkisini seçimde siyasi tercih olarak ortaya koyar. Türkiye'de toplum inatlaştı, bu gibi sorunlara kendi yararı açısından değil, ideolojik açıdan bakıyor diye düşünenler de yanılırlar. Kamuoyunda şeker fabrikalarının satışıyla ilgili oluşan hassasiyet yabana atılamaz.

Ülkemizin öteden beri en can sıkıcı ekonomik sorunu cari açıktır. Dış ticaret açığının sürekli artışı ekonomimizi kırılgan yapıyor. İthalata dayalı montajlamalı ihracat dengesi sürekli aleyhimize gelişiyor. Ülkenin üretebileceği bir çok malı ithal eden konuma getiren siyasi iktidar cari açığı çözüme çalışmak kafa yormak yerine yandaşa sermaye transferine imkan sağlayan ithalat kolaylığını seçiyor. Sonuçta artan cari açık dış borca yansıyor, ekonomide risk artıyor. OECD başta ilgili tüm uluslararası kuruluşların tespit ve raporlarına göre kırılganlık artıyor. AKP yönetimi bu kırılganlığı anlamak yerine alınganlık yapıyor.

İkinci baş ağrımız olan faiz de ekonomik veri ve gereklerle analizle anlaşılmak yerine alınganlık konusu oluyor. Faizlerle ilgili ciddi sorunlar var ama siyasi iktidar farkında bile değil. Yalnızca faizlerin yüksek olduğu, sebebinin de finans kuruluşlarını kastederek faiz lobisi olduğunu söylüyor. Oysa faiz ekonomik bir kavram ve bir değerdir. Kabaca paranın kullanım fiyatıdır. Nasıl paranızın ekonominize dayalı bir değeri varsa paranın kullanılmasının da bir ederi vardır. Öyle KHK ve yasalarla düzenleyip zaptu rapt altına alamazsınız. Buna kalkıştığınızda başınıza daha büyük işler açarsınız. Kaldı ki enflasyonun yüksek olduğu son iki yılda faiz yüksek değil tersine reel faiz eksidir.

En tepeden kendi bakanını bile azarlayan üslupla halka yaranmak isteyen iktidar eğer samimi ise faizlerden önce enflasyonu düşürme paketi yapmalıdır. Elini kolunu bağlayan yok ama bunu yapmak işine gelmiyor. Çünkü enflasyonu düşürmek için kemer sıkma politikası gerekiyor. Saray anketlerinin ortalamasına göre dahi sürekli kan kaybeden iktidar önümüzdeki seçimler nedeniyle böyle bir riske girmiyor. Eksi reel faizle enflasyonu çözeceğini hesaplıyor. Oysa eksi reel faiz bir yandan dövizi kamçılar diğer yandan tüketimi artırır. Çünkü enflasyon tasarruf sahibini vurur, caydırır ve tüketimi artırır. Bugün bankalar ve Devlet, enflasyonun altında nominal faiz veriyor. Sonuçta tasarruf sahibinin eline reel olarak eksi faiz geçiyor.

Mevduat reel faizleri hep ekside, çünkü bankalar enflasyonun altında faiz veriyor. Yani mevduatı olan tasarruf sahibinden bankalara kaynak aktarılmış oluyor. Bir de bankalar mevduat ve Merkez Bankası kaynaklarından para alırken, ya da tahvil satarak borç alırken, yıllık faiz oranı ile alıyorlar. Ancak kendileri borç verirken aylık faiz oranı ile borç veriyorlar. Hafta sonu denk getirmeleriyle de haksız kazanç sağlıyorlar.

Halkın bankalara borçlandırılması ve geleceğini harcaması üzerine kurulu düzen vampir gibi kanını emiyor. Kredi kartları faizleri tam bir fecaat. Kart faizlerinde, mevduat faizinin yüzde 100'ü ve yüzde 200'ü arasında kâr marjı var. Yasaya göre kredi kartlarında aylık azami faiz oranını belirleyen ise Merkez Bankası'dır. Halkı kandırma amaçlı sıkça söylenen  bu işte bir lobi varsa bizzat Merkez Bankası'dır. Saray sürekli baskı yapıyor Merkez Bankası'na faiz artırma diyor, amiyane tabirle aldatmacılık oynuyor top çeviriyor. İYİ de niye hiç kredi kartlarına fahiş faiz uygulama demiyor.

Sonuç olarak enflasyon çift haneye demirlemiş durumda. Faizler nominal bazda yüksek gözükse de reel bazda ekside. Öyle yasa kararname vs ile enflasyon düşmez. Enflasyon düşmeden de faiz düşmez. Emirle düşürdüğünüzde de halka belki 3 ay cenneti akabinde cehennemi yaşatırsınız. Bugün siyaseten övünmelere, hamaseten yüklenmelere aldırış etmeyen bir gerçeklik şu ki; Dünyada bizden daha yüksek enflasyon yaşayan hepsi az gelişmiş olan yalnızca birkaç ülke var. Gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin en yükseği 5 civarında. Birleşmiş Milletler araştırmasında Türk ekonomisin dünyanın en kırılgan ekonomi olarak ilan edilmesinin bir nedeni de bu kronik enflasyondur. Anlamadan çözemeyeceğiniz bu sorunu anlamaya çalışmak yerine nobran demeçlerle halkı aldatma çabaları sonuçsuz kalacaktır. 

Son söz; Sorunun parçası hatta sebebi olanların çözümün adresi olamayacağı artık daha iyi anlaşılır oldu. Önümüzdeki dönem siyasetin yöneleceği istikameti ekonomi ve hukuk belirleyecektir. Adaletsizliğin ayyuka çıktığı adeta feryat ve figana dönüştüğü toplumsal yaşamda halk eğer ekonomik olarak da boğulursa sosyal patlama kaçınılmaz olur. Bugün için bunu önlemeye aday ve ehil olan tek siyaset herkesin İYİ’liğine olacaktır.