Hukuk en dar anlatımla; İnsanlarla insanlar, insanlarla devletler ve devletlerle devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünüdür. Kişiler arası ilişkileri düzenleyen bölüm özel hukuktur ve eşitlik vardır. Kişilerin devletle olan ilişkilerini düzenleyen bölüm ise kamu hukukudur ve eşitlik yoktur. Kişi ile devlet arasındaki ilişkilerde devlet üstün durumdadır. Kamu hukuku ilişkisi tek taraflı olup devlet, iradesini açıklamakla hukuki ilişki ortaya çıkar. Aldığı kararları da organları eliyle tek taraflı olarak yani re'sen icra eder.
Günümüzde modern hukuka dayalı ve bağlı devletlerde kamu hukuku esasları ve işleyişindeki usülleri itibariyle somut öngörülebilir kurallardan ibarettir. Bu nedenle kişiler hukuki güvenlik içerisinde önceden bildikleri bu kurallara uygun bir devlet işleyişini bilir ve ona göre davranırlar.Diğer ülke devletlerinde ise yönetim, işbaşındakilerin her duruma uydurulabilecek olan geleneklere dayandırdıkları iradelerine göre işler. Çünkü bağlayıcı kurallara dayanan bir kamu hukuku yoktur.
Fransız ihtilali ile başlayan aydınlanma, buharın icadı, sanayileşme ve rönesans hareketleriyle gelişen Avrupa'da oluşmuş bir kamu hukuku düzeni vardır. Cumhuriyetle birlikte ayrıştığımız için bizde nispeten olsa da, İslam dünyasında bir kamu hukuku hala yoktur. Oysa Kur'an ''siyasi sistem'' önerisinde bulunmadığı devlet teorisi için kamu hukukunu tesis ve idamesini tavsiye etmiştir. Kur’ana göre “kamu” mülkiyeti, zekât gelirleri, menkul olan savaş ganimetlerinin beşte birinden oluşan “humus” un toplandığı Hazineden oluşuyor. Devletin, herkesin güvenliği ve refahı için harcayacağı mal-mülk anlamında “beytülmal' deniyor. Sonraları koyulan haraç, öşür ve cizye vergileri de buraya giriyor. Ancak kamu hukuku sayılabilecek kurallar konulamadığı için harcanması daha çok Halife'nin iradesine bağlı kalıyor. Zira siyasi otorite olan Halifenin devlet yönetme tatbikatında “şura'' (istişare-oydaşma) olamıyor. Nihayetinde toplumun tümü ile birlikte oluşturulacak yönetimin yerini Kabilecilik alıyor. Önce Kureyş, sonra da Ümeyye (Emeviler) oğullarına/klanına geçen yönetim erki dönemin Hazinesini de tapuluyor ve kuralsız biçimde tasarruf ediyor.
Onbirinci asra kadar olan ilk dönem böyle geçildikten sonra Seçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kısmen örfi hukuk kuralları oluşuyor. Bireysel ve toplumsal hukuk sorunlarının çözümüne dair yazılı hukuk oluşturulmadığı için bu iş sivil “ulema” ya bırakılıyor. İlerleyen zamanda özel hukuk uyuşmazlıklarını çözen makamlar olan “kadılık” müessesi oluşturuluyor. Lakin devleti denetleyecek bir hukuki yapı-kamu hukuku-oluşturulamıyor. Bunun en temel sebebi; Halife, toplumun kendisine biatının verdiği yetkiyle, halka karşı değil; Allah’a karşı sorumludur kabul ve anlayışıdır. Hal böyle olunca da Müslüman ahalinin yöneticisini denetleme hakkı yoktur, pratikte de hiç olamamıştır. Kültürümüzdeki ''mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var'' metaforu kamusal bir hakkın talep yada korunmasından çok uzaktır. Ta ki Halifeliğin kaldırılmasına kadar bizim toplumumuzda da bu anlayış hakim olmuştur.
Bu durum muadil dönemlerde Avrupa’da da benzer, hatta aynıydı. Siyasi iktidar ve toprak mülkiyeti kilisenin, kralların ve feodal beylerin elindeydi. Burjuva sınıfının yükselmesiyle özel mülkiyeti koruyan yasalar çıkarıldı. "Büyük Özgürlük Fermanı'' olarak 1215 yılında imzalanan “Magna Carta” sınırlı haklar içeriyordu ama sürecin başlangıcıydı. Fransız Devriminden sonra siyasi otorite kilise ve krallardan halka geçti. Siyasi otorite, meşruiyetini halktan alıp topladığı vergileri şeffaf ve denetlenebilir bir halde kamunun hizmetinde harcayan bir merci durumuna geldi. Hukuk Devleti ve işleyişine esas olan kamu hukuku da böyle doğdu. Kamuya ait olan “hepimize” aittir düşüncesi hızla gelişti ve “Devlet”, kamunun temsilcisi olarak kuvvetler ayrılığını vazeden bir anayasa ile teminat altına alınan temel insan hakları, demokratik ve laik ilkeler üzerine oturdu.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda devlet, hukuk devrimiyle hem toplumsal hayatı medeni ölçülerle göre tanzim hem de kamu hukukunu inşayı amaçladı. Osmanlıdan kalan özel vakıf mülkleri devlete geçti. Köy Kanunuyla ahaliye mera ve Hazineye ait arazilerin tasarruf hakkı verildi. Toprakta özel mülkiyetin önünü açtı. Başlangıçtaki Tek Parti yönetimi, devlet mülkü üzerinde istedikleri tasarruf yetkisine sahip olmasına rağmen kamu hakkını gözetti. 1950 sonrası nispi demokratik dönemde devlet malı ve hazine arazileri üzerindeki tasarruflar benzeri biçimde devam etti. Ancak 1960 sonrası gerçekleşen iç göç sürecinde vatandaşın hazine arazileri üzerine gecekondu yapması ve sağcı-muhafazakâr siyasi iradenin bunu onaylaması bu düzeni kısmen bozdu. Sonrasında keyfi “sübvansiyon” politikaları, seçmene rüşvet ile yandaşa tahsisler bilinçaltındaki kazananın ganimete ehil olmasını tezahürleriydi. Nihayet 2000’lerin başından bu yana ve halen süren “İnşaat, ya Resulullah'' temelli rant ekonomisi siyasi iktidarın kamuya ait arazileri yakınlarına, yandaş vakıflara istediği gibi tahsis veya devretmesiyle zirve yaptı.
Bugün toplumsal bir belanın (korona) sonuçlarını hafifletmek amaçlı ahaliye yardım dahi tekelimde anlayışıyla Belediyeleri engellemeyi göze almanın zihni arka planında tarihsel süreçteki İslam devleti tatbikatıyla ilan edilmemiş halifeliğin pratiği mi yatıyor acaba diye düşünmeden edemiyorum. Halbuki İslam;“Adalet-Hukuk”a vurgu yapar. Özel mülkiyeti esas kabul eden Kur’an; “Mallarınızı aranızda haksız yere yemeyin; İnsanların mallarından (kamu -özel mülk) bir kısmını, -bile bile- günaha girerek hâkimlere (siyasi- dini-hukuki otorite) rüşvet olarak vermeyin.” (2/188) der. Diğer hukuki konularda da: “Ey iman edenler, kendiniz ve ana-babanız aleyhinde de olsa, zengin veya fakir de olsa, Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Allah, onlara (sayılan guruplara) sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede arzularınıza uymayın. Eğer hakikati çarpıtırsanız veya onu yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135) der. Bunlar tümüyle kamunun hukukuna riayeti emreden hükümlerdir.
Kur’an'daki gibi-bugün Avrupa'da var olan- bir “kamu hukuku” yaratmada epeyce yol ve mesafe almış bir devlet anlayışımız ve birikimimiz var. Unutmayalım ki; özgürlük ve özel mülkiyet insanlara ilahi bir hibedir. Biate dayalı vekaleten yönetimler Kur'anî değildir, hatta tamamen terstir. Ne yazık ki coğrafyasına bakılarak aksi iddia edilen İslam, pekala demokrasiyle bağdaşır. Kur'anda siyasal sistem öneren bir devlet teorisi yoktur. İki temel hüküm vardır. Birincisi yönetilenlere hitap ile; İşlerinizi istişareyle görünüz-der. Buradaki iş özel iş değil, kamusal yani yönetim işidir. Oy verme işte tam da bu istişaredir. İkincisi de yönetenlere; adaletle yönetiniz, hükmediniz emridir.
Selefi İslam anlayışının cari olduğu coğrafyanın hali meydanda. İslamı siyasi saltanatına araç kılan Emevici anlayışın sebep oldukları ortada.. Çözüm çok açıkta.... Bu ülkede herkes için sığınılacak en son ve en salim liman demokratik hukuk devletidir. Bu hem insani hem de İslami açıdan uygun, önemli ve gereklidir..