Geçen yazımda -dar alanda milliyetçilik- yapmanın milliyetçiliğin tesir sahasını küçülttüğünü ifade etmiştim.
Din, milliyet gibi konular partilere sığmazlar. Bu değerlere hizmet eden kurumlar olabilir, ama bu değerleri belli kurumlarla sınırlamak onların birleştirici- bütünleştirici yönünü yok eder. Bu işin bir tarafıdır, bir başka tarafı da ferdin misyonunu ikinci plana indirmesidir. Bir düşüncenin kurumsal aidiyetle özdeşleştirilmesi ferdi ikinci plana indirerek onu fikirlerin, düşüncelerin, inançların gerçek taşıyıcısı olma hüviyetinden uzaklaştırır.
Bununla örgütlenmenin, kurumsal organizasyonların önemini küçümsemiyorum. Lakin, kainatın merkezi insandır,kurumlar da ancak insan varsa vardır. İnsanı merkez alan bir düşünce, kurumlara değil, insana bakar.Bir kişi dindarsa her yerde dindardır, bulunduğu kuruma bakarak kimsenin dindarlığı hakkında fikir yürütülemez, milliyetçiyse her yerde milliyetçidir.
İnsana güven, bizi insanları bulundukları kuruma, partiye veya cemaate bakarak değerlendirme düşüncesinden uzaklaştırır. Şurada milliyetçi olunur, burada olunmaz, şu partide dindar olunur bu partide olunmaz gibi değerlendirmeler insanı değil, onun oluşturduğu yapıları merkez alır. Özneyi nesnenin, eseri müessirin önüne ve üstüne çıkarır.
Bu bakımdan milliyetçilik nerede olur sorusunun cevabı, her yerdir.
Geçmişte bunun çok örneklerine tanık olduk, burada Aydın Eryılmaz'dan dinlediğim bir olayı hem yazdıklarıma mesnet olması hem de muhataplarının bir defa daha hayırla hatırlanması için anlatmakta fayda görüyorum.
Eryılmaz, 12 Eylül döneminin önemli isimlerinden, uzun yıllar hapis yattı, 1991 yılında ANAP'ın çıkardığı infaz yasası ile hürriyetine kavuştu.
O anlatıyor: "Ağır cezalar almıştık, Bursa Cezaevinde kibrit kutusu kadar bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyorduk.Bizi dağılmaktan,zaafa düşmekten koruyan inançlarımız ve verdiğimiz mücadelenin haklılığına duyduğumuz imandı. Ülke ve millet için bedel ödemeyi önceden göze aldığımız için her şeye hazırlıklıydık. On yıl boyunca ne kimseye müdahanede bulunduk, ne de kimseden imdat istedik. İdam almış arkadaşlarımız vardı, tek korkuları asılmak değil, idama giderken zaaf gösterme endişesiydi. Ölümden değil, bize yakışmayan tarzda ölüme gitmekten korktuk. 1991 yılında koğuşumuza ANAP milletvekillerinden oluşan bir heyet geldi, bizi ziyaret ettiler. İçlerinde Mehmet Çevik gibi isimler vardı, aradan uzun zaman geçtiği için diğer isimleri hatırlayamıyorum. O tarihlerde 150 kişi kadardık, koğuş, blok sorumluları ve bir cezaevi teşkilatımız vardı. Önce hepimizle konuşup, hal hatır sordular. Sonra bir odayı boşaltarak cezaevi teşkilatı olarak baş başa görüştük. Terörle mücadele kanunu değiştireceklerini söylediler, işte taslak alın çalışın, istediğiniz ilaveleri yapın, sabah gelip alırız dediler. Sabaha kadar çalıştık, beklentilerimizi yazdık, sabah gelip eklemeler yaptığımız taslağı alıp götürdüler. Bir süre sonra yasa çıktı, hepimiz tahliye olup, özgürlüğümüze kavuştuk. O yasa Mecliste hazırlanmış, bizim taleplerimizle olgunlaştırılmıştı. Bu organizasyonu yapan, o heyeti oraya gönderen ANAP Kırıkkale milletvekili, Adalet komisyonu başkanı Alparslan Pehlivanlı'ydı. Kendisini rahmetle anıyorum, ANAP milletvekili idi ama ülkücülük nasıl yapılır, ülkücüye nasıl sahip çıkılır hepimize göstermişti"
Eryılmaz'ın verdiği bu örnek içinde bulunduğunuz kurumlardan çok insan unsurunun önemli olduğunu göstermiyor mu? Burada bir partinin gücünü kullanmayı inkar etmiyorum, ancak o gücü kullanacak insan olmasaydı, o güç ülkücüler için hiç kullanılamayacaktı. İnsanı kendisiyle değil, partisi, cemaati, klanı, aşireti ile tartan her düşünce yanlıştır. İnsan değerini kurumlardan almaz, tam tersine kurumlar değerini insandan alır.Mesele nerede, hangi adreste olduğunuz değil, ne olduğunuzdur. İnançlarınızın icaplarını yerine getirdiğiniz müddetçe nerede olduğunuzun çok fazla önemi yoktur.