Andımız tartışmalarında en dikkat çekici açıklama, İlber Ortaylı’dan geldi. Andımız’a karşı çıkanları, “küstah kasaba câhili” ilân etti.
Bu durumda, Andımız’ı kaldıran T. C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “küstah, câhil kasabalı” olmuş oluyor. (Bu ifâdelerim için Cumhurbaşkanımızdan özür diliyorum. Benim devlet terbiyem, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na hakâret etmeye müsâade etmez.)
Târihçiliğe soyunan Jeoloji profesörü Celâl Şengör, darbecilerin bilmem ne yedirmesini övdüğü röportajında Türkiye’deki elitleri şöyle sıralamıştı. Fâtih Altaylı, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı. E bir de kendisi.
Altaylı, kızdı mı ana avrat küfreder. Bardakçı, kızdı mı ana avrat küfreder. Hem de ekranda küfreder. Ortaylı’nın dilinin kemiği olmadığını, zâten herkes bilir.
Ortaylı, esâsında, “Öküz Anadolulular” diyecek de geçti o devirler.
Zannetmeyin ki İlber Ortaylı, Andımız’ı yazan Reşid Gâlib hakkındaki gerçekleri bilmiyor. Herşeyi, bal gibi biliyor. Zeki Velidî Togan’ın bu ülkeyi neden terk ettiğini; Nihal Atsız’ın neden fakülteden atıldığını; tıp doktoru olan Reşid Gâlib kendisini târihçi ilân edince Fuad Köprülü’nün “Artık yeter!” diye istifa ettiğini ve bunun üzerine Atatürk’ün Reşid Gâlib’i tasfiye ettiğini, çok iyi biliyor.
İlber Hoca, 2013’de Andımız kaldırılınca da itiraz etmiş. Önce “Helâl olsun!” dedim, sonra uyandım. Çünkü o günlerde Topkapı Sarayı Müdürlüğü’nden alındığı için iktidara kızgındı.
Adama demezler mi, mâdem kasaba câhillerine karşı çıkacak kadar entelektüelsin, mâdem Andımız’ı o kadar seviyorsun, niye kaldırılınca gidip mezûnu olduğun Dil-Târih’in önünde okumadın? Niye Andımız’ı kaldıran küstah kasaba câhillerinin verdiği kültür-sanat ödülünü kabul ettin?
Cevâbı çok basit! Ne zaman konuşsa bir ödül alıp sustu. Belki de şöyle demek lâzım. Ödül almak için konuştu.
Peki, şimdi neden bu açıklamayı yaptı?
Çünkü Cumhurbaşkanlığı Kültür-Sanat Kurulu’na giremedi. Uyduruktan bir müşâvirlik kesmiyor. Bakın, Murat Bardakçı kurula girince Andımız meselesini duymazdan geldi.
“Yapma Kerime Hanım, koskoca adamlar birbirini kıskanır mı?” demeyin!
Hem de nasıl kıskanırlar!
Geçenlerde koskoca bir köşe yazarı, “Külliye’de psikolojik savaş timi kurun; beni de alın. Bedâva çalışırım.” diye yalvardı. Yaşı yetmişe dayanmış. Vallâhi ben utandım. Ne yapsın, sevgili arkadaşı Yiğit, Külliye’nin nimetleri içinde yaşıyor; o da ciğere bakan kedi gibi seyrediyor.
Bu saray merâkı, eskiden beri böyle. Osmanlı’da şâirler, bürokratlar, Saray’a girmek için kırk takla atarlardı.
Seçimlerde politikacılar, “Saray’ı şöyle yapacağım, böyle yapacağım.” dedikçe kendi kendime, ”Hadi canım! Kendi yandaşların için 30-40 oda daha eklersin.” derdim. Nitekim dâvet alınca koşa koşa gitmediler mi?
Mehtap Yılmaz, resepsiyona çağrılmayınca, “O zaman hiçbir gazeteci çağrılmadı.” diye yalan söylemedi mi? Zavallı kadın, çağrılmamayı itibarsızlık olarak görüyor. Attan düşmekle şandan düşmek arasındaki farkı bilmiyor.
İlber Hoca’ya birşey diyemiyorum. Ne kadar entel olsa da o da bir insan.
Külliye’den ve bürokrasiden mahrum olmanın, ikbâlden düşmenin nasıl bir duygu olduğunu, Andımız yazarı üzerinden açıklayayım.
Reşid Gâlib, Çankaya’dan düşünce kabuğuna çekildi. Bir sene sonra üzüntüsünden öldü.
Elitleri, târihçileri böyle olan bir memleketteki kasabalılarının suçu ne?
....
Saray’a yakın olmayı mârifet zannedenlere bir örnek vereyim.
Mustafa Kutlu, Cumhurbaşkanlığı Kültür-Sanat Ödülü aldığında reddetmedi. Çünkü devlet terbiyesi, buna müsâade etmez. Fakat mâzeret bildirip ödülü almaya gitmedi. Ödül alınca Erdoğan’a “Yürüyüşüne kurban” diyen hikâyeci, Mustafa Kutlu’yu anlayabilir mi?