İki caddesi vardı ilçenin, T şeklinde birleşen. Ana cadde üzerinde sıralanmıştı dükkanların, kahvehanelerin ve resmî kurumların hemen tamamı. Diğeri ise ilçenin tek lisesine doğru uzanan, yeni yeni işyerlerinin açılmaya başladığı caddeydi.
1970’lerde ilçenin merkez nüfusu şimdikinin dörtte biri kadardı, yani 10-12.000 civarındaydı. Merkezde nüfus yoğunluğu Kafkasların Ahırkelek, Borçalı, Revan ve Ahıska gibi bölgelerinden göçüp önce Kars’ın ilçe ve köylerine, oradan da Bulanık’a yerleştirilen, çoğunluğu Oğuz boyuna mensup Karapapak/Terekeme Türklerinden, birazı da Artvin’in Şavşat ilçesinden gelen Türklerden oluşuyordu. Bazı köylerde de yine Kafkaya göçmeni Çerkez kardeşlerimiz vardı. Merkezde Aşiret mensupları oldukça azdı. Köylere gelince durum tam tersiydi, 8-10 tanesinde Kafkasya göçmenleri geri kalanında ise aşiret mensupları yaşıyordu.
Aşiret deyince klasik manasıyla yanlış anlaşılmasın sakın. Doğuda eskiden çoklukla şimdilerde ise daha az olarak birisine sen Kürt müsün diye sorulmazdı, onun yerine aşiret misin denirdi. Aşiretlerle yani Kürt kökenli vatandaşlarımızla içiçeydik, ciddi bir sorunumuz olmadığı gibi çok kavi dostluklarımız da vardı.
Örneğin benim ve kardeşlerimin kirvesi bir aşiret mensubuydu. O zamanlar silah yakalatma gibi küçük bir sorun nedeniyle jandarmayla başı dertte olan aile babamın yardımını görür. Ve bu desteği taçlandırma adına bizimle Kirve olma teklifinde bulunurlar ve babam da kabul eder. Anadolu’da kirvelik müessesesi çok önemliydi. Mesela, kirvenin kızını oğlunuza alamazdınız veya kirvenin oğlu kızınızı isteyemezdi. Akraba gibi hatta bazen akrabadan da öte olurdu kirvelik ilişkileri…
O yıllar kardeş kavgasının körüklendiği gerçekten çok berbat yıllardı. Malum 12 Eylül 1980 askeri darbesine gelinceye kadar insanların şuursuzca eylemlere giriştiği, katliamların yapıldığı, pusuların kurulduğu, akla mantığa sığmayan kararların alındığı, komşunun komşuya, akrabanın akrabaya diş bileyebildiği bir dönemden geçmiştik.
Düz mantıkla bakıldığında bile saçma sapan işler oluyordu. Olanları anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildi. Mesela bazı Türk gençlerinin Kürtçülük yapması olağandı. Daha dün gibi hatırlarım, bir Türk gencinin düğünlerde, “Batman’e Batman’e, Batman’e Kürdistane” türküsünü söylediğini. Yani Türkiye’nin birkaç petrol rafinerisinden birisinin bulunduğu, o zamanlar Mardin’in ilçesi olan Batman’ın ekonomik değerine vurguyla, orası Kürdistan’ındır efelenmesiyle, -ey Türkler haddinizi bilin- diyerek kendi soydaşlarına gözdağı soslu mesaj veriyordu.
Bulanık’taki Karapapakların çoğunluğu 93 harbi denen 1877 tarihli onikinci Osmanlı-Rus Savaşında, Ahıskalıların çoğunluğu da 1944 zalim Stalin sürgününde göç yaşamışlardı. Yani sürgünü veya zorunlu göçü iliklerine kadar hissetmemiş aile hemen hemen yok gibiydi. Gençlerin Rus zulmünü unutmuş olması mümkün değil çünkü büyüklerimiz özellikle uzun kış gecelerinde soba kenarında, gaz lambasının ışığında, kırtlama şeker ile içilen sıcacık çaylar eşliğinde masal, hikâye, anı ve benzeri şekillerde sürekli anlatırlardı atalarımızın
yaşadıklarını. Zaten o anlatımlar da olmasaydı nasıl geçerdi zaman? Elektrik yok, televizyon yok, gazete yok, pille çalışan anot-katodlu radyo var ama o da her evde yok…
İşte tam da burada nedenini çözemediğim gibi halen mantığını dahi anlamakta zorlandığım bir husussa değinmek istiyorum. Bilindiği üzere Ahıska Türkleri, SSCB (eski Rusya) liderlerinden Stalin’in emriyle tarihte yaşanan en büyük zulümlerden hatta soykırımlardan birisine muhatap olmuştu. Stalin’in ani ve planlı bir kararıyla, sırf Türk oldukları için atası- ninesi, anası- babası, gelini- kızı, balası- delikanlısı demeden yediden yetmişe ayrı diyarlara sürülen, yollarda kırılan, birçoğunun mezarı dahi olmayan insanların evlatlarından Stalinistler çıkmakla kalmadı, kendi soydaşını sen neden Marksist değil de Türk Milliyetçisisin diye düşman belleyenler oldu, hakeza terekemelerden.
İlçede sokaklara ve Liseye görünürde sol hakimdi. Özellikle köylü çocuklarından Türk Milliyetçilerini tenhada yakalayabilirlerse bazen kendileri bazen de aşiret çocuklarına dövdürerek yıldırmaya çalışanlar olurdu. Köylüyüz ya bizi de düşürmek istediler ancak her seferinde koca kartal atam Mirza kişinin kanatları nedeniyle başaramadıklarını yıllar sonra öğrendik.
Kısaca o zor yıllarda Türk Milliyetçiliği fikrini benimseyen, kendilerine Türkeşciler denilen ülkücüler de sayısal azlıklarına rağmen belirli bir dayanışma içindeydiler. İlçe merkezinin yanında ağırlıklı olarak Mesçitli köyünden olmak üzere birçok köyden de ülkücü gençler biz de varız demeye başlamıştı.
İlçede yeni bir yer kiralanmış ve Ülkü Ocaklarının açılış hazırlıkları yapılıyordu. Yük merkezdeki arkadaşların sırtındaydı ancak köylerdekiler de desteklerini esirgemiyordu. Nihayet Ocak’ın açılış günü geldi, hepimiz çok heyecanlıydık. Liseye doğru inen caddenin sağ tarafında, giriş katta küçücük bir yerdi Ocak için kiralanan. Açılışta ben diyeyim 25-30 siz deyin 30-35 gençtik. Heyecanımız doruktaydı, çok büyük bir iş başarmanın gururunu yaşıyorduk. Başkanlığı aradan geçen 45 yıla yakın zaman dolayısıyla net hatırlamamakla birlikte ya Ertül Zengi veya Cahit Özdemir üstlenmişti. Nihayetinde Bulanık’ta da Ülkü Ocakları yer yurt sahibiydi.
O anda orada bulunup da Hakka yürüyenlere rahmet, yaşayanlara esenlikler diliyorum. Şimdi hikâye gibi yazmak kolay ancak oralarda kolay değildi ülkücü olmak, Ocak açmak ve Ocak yönetiminde bulunmak ve başkanlık yapmak.
Sakın yanlış anlaşılmasın bu zorluğun nedeni Kürtçüler falan değildi. Malum o dönem henüz ne PKK ne de APO’cular vardı. Dev-Genç, ayrılıkçı DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), Mahir Çayan’ın kurduğu THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi) gibi sol örgütler ön plandaydı. Ve bu örgütlerin tamamında yukarıda da anlatıldığı üzere özbeöz Türk gençleri ön plandaydı.
Gerçek manada sosyal demokrat olan ve bilinçli olarak Türk Solunu savunan, düşünsel teoriye hâkim kişiler de vardı ama maalesef çok azdı. Konuştuğumuzda pek çoğunun Marks’ın Kapital’ini, Lev Trocki’yi, Vladimir Lenin’i ve sol teorileri dahi okumadıklarını, sloganik ifadelerle eşitlik kelimesinin etrafında dolandıklarını ve bu kişilerin
azımsanmayacak kadar olduğunu görürdük. Yahu adam solcu olurda Trocki’yi nasıl bilmez, ah Trocki ah, iyi ki haberin olmadı bizim seni bilmezlerden…
Hem Türk olacaksın hem Türk Milliyetçiliğine, Atatürk’e karşı olacaksın hem de ayrılıkçıları destekleyeceksin fikri bana hep garip gelirdi. Halen de öyle. Yaşça benden büyük olan ve solcu olarak bilinen birisine, “neden böyle yapıyorsunuz” diye sorduğumda “devrime giden yolda onların desteğine ihtiyacımız var” diye cevaplamıştı. Yani “biz her şeyin farkındayız ve onları kullanıyoruz” demek istemişti. Ancak sonraki yıllarda kimin kimi kullandığı ayan beyan görülmüştü. Özellikle siyasal Kürtçülük yani PKK raconu başlayınca ve namlunun ucu kendilerine de doğrulunca gerçekleri anlayanlar olmuştu ama artık çok geçti...
İşte o gün, Ülkü Ocaklarının açılış gününde ilk kez gördüğüm birisi dikkatimi çekmişti. Ben ortaokul ve lise eğitimimi Diyarbakır Kolej’inde yaptığımdan sadece yaz tatillerindeki tarla-çayır-harman üçlüsünden arta kalan boş zamanlarda köyden giderek Bulanık’la irtibat kurabiliyordum. Dolayısıyla tanımadıklarımın olması normaldi.
Dikkatimi çeken kişi, ağırbaşlı, hitabeti düzgün, göreceli olarak daha kültürlü ve klasik ifadeyle gölgesi ağır biriydi. Tanıştığımızda “ben Mahmut Demir” demişti. Ve ilk tanıştığımız günden sonra benim yanımda hep yeri farklıydı Mahmut Demir’in yani Mahmut Hoca’nın. Çok okuyan, araştıran, dağarcığı dolu bir insan olarak yaşadı ömrünü.
Arada telefonla görüşürdük, bir isteğin var mı diye sorduğumda, “hep teşekkür ederim yok” diyen Hoca bir seferinde “evet var” demişti. “Bana Deniz Bölükbaşı’nın (1 Mart Vakası Irak Tezkeresi ve Sonrası) kitabını gönderir misin, burada bulmam mümkün değil” demişti. “Tabi hayhay istediğin kitap olsun” demiş ve ertesi gün bütün kitapçılarda aramama rağmen koca başkentte bir türlü bulamamıştım.
Bulamayınca da MHP Genel Başkan Yardımcısı olan rahmetli Deniz Bölükbaşı’ya gitmiş ve kitabı istemiştim. O da “vallahi bende de kalmadı, sadece bir tane var kütüphanemde, onu da veremem” dedi. Ama doğunun doğusundan, bir ilçeden bir arkadaşım benden kitap istemişse onu bulmam gerekirdi ve depolardan birinde buldurdum. Yanına birkaç kitap daha ekleyip postayla kendisine gönderdim. Çok mutlu olmuştu.
10 Ağustos 2008’de yeğenlerden birinin düğünü vardı. İki gün öncesinden eşim, kızım ve ben uçakla Muş’a gittik, dostumuz Emin Çavuş bizi havaalanında karşıladı ve evinde ağırladı. Akşama doğru ayrılık zamanıydı artık. Dostumdan aldığımız emanet otomobille Bulanık’a doğru yola koyulduk.
Bulanık’a 12 kilometre kala Köyümün tabelasını görünce garip duygular içinde buldum kendimi. Yaşamayana anlatmak zor, sanki alevli bir ateş geliyor ve bağrınıza oturuyor ve yakıyor. Muş Bulanık yolu bizim köyün içinden geçer. Yolun sağ tarafta kalan şimdi içinde yeni sahiplerinin yaşadığı evimize baktığımda ilk gözüme çarpan misafir odasının penceresi olmuştu. Sanki bana neden beni terk edip de gittiniz der gibiydi. Sonrasında da hayvanlara tuz verdiğimiz yassı taşlar ilişti gözüme. Yerli yerinde duruyordu üzerine oturup ne hayaller kurduğumuz, çocuksu ne sevdalar yaşadığımız taşlar.
Hele futbol oynadığımız meydan beni eskilerden de öteye götürmüştü. Orada futbol oynarken sanki dünya kupası maçına çıkmışız gibi önemser ve galip geldiğimizde sevinçlerin en kralını yaşardık. Bir keresinde Bulanıklılarla maçımız vardı, Gıyasettin’in asistiyle gol attıktan sonra o hızla kalenin arkasına geçtiğimde arkadaşımız Abdurrezzak’ın babası Abdurrahman amcanın beni kucaklayıp başının üzerine kaldırmasını hiç unutamam. Sahi yaşlı ve zayıfça olan adam nasıl bir konsantrasyonla kaldırmıştı beni kuş gibi havaya? Halen merak ederim ve özlerim o günleri...
Düğün gününe kadar eş, dost, akraba, kabristan, taziye evleri ziyaretlerini tamamladık. Bu arada çok ilginç bir anımız oldu Mahmut Hoca’yla. Bulanık’a geldiğimi duyunca telefon etti, “buyur gel oğlumun dükkanındayım, bir çayımızı çorbamızı iç, biraz sohbet edelim” diyerek davet etti. Saate baktım düğünün başlamasına iki saate yakın bir zaman vardı. “Tamam geliyorum” dedim. Gittiğimde birkaç tane de genç arkadaş vardı, birisi Çağdaş Şengel, birisi Mahmut Hoca’nın oğlu Kadir’di lakin diğerlerini şimdi hatırlayamıyorum.
Mahmut Hoca sadece okumayı sevmekle kalmazdı, tatlı tatlı, dolu dolu sohbet etmek de onun işiydi. Küçük bir ilçede olmasına rağmen Türkiye’yi ve dünyayı çok yakından takip ettiğine ve entelektüel birikimine tanık olmuştum.
Dükkânın önünde tabure, sandalye üzerinde gelsin çaylar, gitsin kahveler eşliğinde öyle bir muhabbete dalmışız ki saate baktığımda ne göreyim, gecenin 10’u olmuş, düğün neredeyse bitmek üzere. Hemen müsaade isteyip arabayla Atatürk İlkokulunun bahçesinde yapılan düğüne yetiştiğimde insanların bir kısmı ayrılmıştı. Neyse ki özellikle Kafkas danslarını, Şeyh Şamil oynamayı seven aile fertlerimiz yarım saat kadar daha oyunlar oynayınca ben de düğüne iştirak etmiş oldum. Böylece 1100 kilometre öteden, Ankara’dan çıkıp düğün için Bulanık’a gelip de düğünü göremeden geri dönme ayıbından(!) kurtulmuş oldum.
Anılar, anılar, olmasaydı anılar hayattan nasıl zevk alırdı insanlar? Sosyal medyada bir yazıyı okuyunca bu anlattıklarım ve ötesi bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Dilber Ay’ın; “Maraş'tan Bir Haber Geldi / Dediler Ki Merik Öldü / Keşke Merik Ölmeseydi / Kesileydi Elim Kolum / Oy Merik Merik Merik / Ben Kurbanım Sana Merik / Ben Hayranım Sana Merik…” türküsüne nazire yaparcasına öğretmen arkadaşımız Selim Kaynar’ın Nisan 2020 günü yazdığı aşağıdaki dizeleri okuyunca faklı bir duygu kulvarında buldum kendimi.
“Bulanık’tan Haber Geldi
Dediler ki Mahmut Öldü
Oyyy Mahmut Mahmut Oyyy
Ben Hayranım Sana Mahmut
Ben Kurbanım Sana Mahmut
Şu Şorgölün Havasına
Gongiliğın Yaylasına
Haber Verin Halasına
Sabır Onun Eşine, Anasına
Ve Öğretmen Arkadaşlarına
Yaktın Bizi Mahmut Oyyy
Oyyy Mahmut Mahmut Oyyy…
Sonrasında başka ilanlar yayınlandı ardı ardına. Evet Mahmut Hoca yıllardır çektiği kanser illetinden rahmete ulaşmıştı. Önce aileyi temsilen oğlu Kadiri aradım, sonra arkadaşlarımız adına emekli öğretmen gönüldeşimiz Fikret Kasapçı’yı daha sonra da ülküdaşlık hukuku adına eski Ocak ve parti başkanlarından İzzet Akgöl kardeşimi. Üçüne de ayrı ayrı başsağlığı ve sabırlar diledim, dua ve niyazda bulunduk. Biraz da rahmetlinin son günlerini yad ettik.
İçimde bir ukde kaldı Mahmut Hoca’yla ilgili. Ankara’da Hacettepe Hastanesinde kansere bağlı mide ameliyatına müteakip ziyaret etmiştim. Mide sorunu olunca yemek konusu açıldı. “Hocam inşallah toparladığında ilk deneme sürüşünü benim misafirim olarak yapacaksın” demiştim. Hoşuna gitti, “görelim bakalım nasipse olur” dedi. Biraz durduktan sonra, “en iyisi sen Bulanık’a gel, Fikret Hocayı da alırız, birlikte Murat Nehrinde balık tutar mangalımızı yaparız, sen de memleket hasretini giderirsin” dedi. Bu sefer ben “ya nasip, neden olmasın hem burada hem orada kurarız soframızı” demiştim.
Takdiri ilahi Ankara’dan erken ayrılıp memlekete dönünce ne Ankara’da ona ziyafet çekerek amiyane ifadeyle deneme sürüşü yaptırabildim ne de bu zaman diliminde benim Bulanık’a gitmem nasip oldu. Böylece Murat Nehrinde balık tutma, sofra kurma hevesimiz de imkansızlığa evrildi. O yoktu ki artık ama nasip olur da uygun zamanda sila-i rahimde bulunursak ahiri vekaletle Fikret Kasapçı zuhuraten borcu(!) öder...
Selim Kaynar’ın dediği gibi Bulanık’tan bir haber geldi ve Mahmut Hoca göçtü dediler. Hayat bu kadar basitmiş demek ki… İşte tam da burada merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “iki saniye sonrasına garantimiz olmayan bir hayatımız için fırıldak olmaya gerek yok” sözlerini hatırlıyor insan.
Adam gibi bir adam geldi, yaşadı ve terk-i dünya eyledi. Doğduğu topraklarda yaşadı, oraların çocuklarını eğitti ve orada hayata gözlerini yumdu. Birçoğumuz gibi toprağını terk edenlerden olmadı, Rabbim rahmetiyle muamele eylesin, biz ondan razıydık Allah’ta razı olsun…