Enpolitik'ten A.Rauf yazdı, milli bayramlara karşı çıkmak aslında milletleşmeye itirazdır. Bayramlar, tarihi olaylar, zaferler arasında ayrımcılık yapmaksa kabileleşmeye davetiye çıkarmaktır.
Malazgirt de, 30 Ağustos da bizimdir.
Tarihi şahsiyetler, kavgaya tutuşturulduktan sonra şimdi de tarihi olaylar yarıştırılmaya çalışılıyor.
Bütün bunlar, dünyaya bizden-ondan perspektifinden bakmanın bir sonucu.
Bizden-ondan, kafir-mümin psikolojisi tarihi olaylara da yansıyor. Mesele kafalardaki ayrımcılıktan, bölücülükten kaynaklanıyor. Toplumu kamplara ayırdığımız gibi illa ki tarihi olayları da aynı kamplara ayıracağız gibi bir mantık hakim.
Onun için bu ülkede yıllarca neredeyse bir istiklal savaş yapılmamış gibi yayınlar yapıldı. Atatürk karşıtlığı tarihi olayları çarpıtmaya, zaferleri görmezden gelmeye neden oldu. Öyle ki Yunan'ın kazanması milli mücadeleyi yapanların kazanmasına tercih edilir oldu. Düne kadar failleri aramızda dolaşan milli mücadele kahramanlarının anlatımları, iç burkucu hikayeleri bile bu şartlanmış kafaları uyandırmadı.
Oysa bu hikayelerin bir kaçını dinlemek bile İstiklal savaşının ne aziz, ne kutlu bir mücadele olduğunu anlatmaya yeterdi.
Bunlardan birini de ben anlatmak istiyorum, benzerini belki başkaları da yaşamış, anlatmıştır, ama bu bizzat muhatabından duyduğum bir hikayedir:
Hasan oğlu Şükrü Sönmez, tam 7 yıl askerlik yaptı. Jandarma olarak vatanın her köşesinde suçlularla, isyancılarla mücadele etti. Savaşlarda tek cephe olur, halbuki İstiklal harbinde üç cephe vardı, biri düşmana karşı açılan cephe, ikincisi, milli mücadeleyi içten çökertmek isteyenlere karşı açılan cephe, üçüncüsü ise fukaralığa, yokluğa karşı açılan cepheydi. Dış düşmana karşı verilen mücadele ne kadar zor olmuşsa, içerideki asilere, iğfal edilmiş olanlara karşı verilen mücadele de o kadar zor olmuştur. Milli mücadeleyi öteki savaşlardan ayıran ve belki de onu zorların zoru haline getiren tarafı budur.On büyük yapan yanlarından biri de budur.
Hasan oğlu Şükrü Sönmez, Elazığ'dan Manisa'daki bölüğüne biraz trenle, biraz da yaya olarak gitti. Biraz dediğim, bir aylık yaya yolculuğudur. Bölüğüne vardığında ayakkabılarının birinin tabanı tamamen dağılmış, diğerinde iki delik açılmıştır. Komutanı onun bu perişan halini görür, tabanlarını göstermesini ister.Gösterir. Komutan gider, bizimkisi bana ayakkabı verecekler diye çocuklar gibi sevinir. Biraz sonra komutan elinde tek bir ayakkabı ile gelir, altı dağılan ayakkabısının tekini getirmiş, ama iki delik açılana yenisini getirmemiştir.Mahrumiyet, yokluk, fukaralık askerine bir çift ayakkabı vermeye mani olmuştur. Onlar böyle mücadele ettiler, sadece düşmanla değil, yoklukla da savaştılar.
Hasan oğlu şükrü Sönmez, benim dedemdi, yaklaşık 95 yıl yaşadı,90'lı yılların başında gerçek vatana intikal etti. Terhis olduktan sonra kendisine bağlanan maaşı,Allah ve vatan için mücadele ettim diyerek ret etti. Fukara yaşadı, fukara öldü, ama milli mücadelede verdiği hizmeti satılığa çıkarmadı. Atatürk'ten Kemal paşa diyerek sitayişle bahseder, iki defa gördüğünü söylerdi.Şimdi hayatında çile nedir görmemiş, ülkesi için tek damla ter dökmemiş adamlar Atatürk'ü itibarsızlaştırmak için o şanlı mücadeleyi küçük göstermeye çalışıyorlar. Böyle yaptıkça da kendileri küçülüyorlar. Milli bayramlar, ruhlarımızı besleyen gıdalardır. Atatürk düşmanlığı giderek tarih ve millet tahripçiliğine dönüşüyor.Her alana sirayet eden bu ayrıştırıcı mantıktan kurtulmadıkça kendimize gelebilmemiz, birbiriyle didişen toplumun enerjisini ülke ve millet hizmetine kanalize edebilmemiz mümkün değildir. Kendi kendimizle boğuşarak, kendi kendimizi tüketerek hiç bir problemimizi çözemeyiz. Nitekim çözemiyoruz da.