“Muhsin Reisi, bir cümle ile ifade et.” dediklerinde hep şu cümleyi kullandım:

“Muhsin Reis adam gibi adamdı.”

Adamlık önemlidir. Adam gibi adam demek, özü sözü bir, erdem sahibi, bedeni ve ruhu oynak olmayan kişidir. Adam gibi adamlar mert olur, onlara tereddüt etmeden güvenerek arkanı dönebilirsin. Çünkü adam gibi adamlar asla arkadan vurmaz. 

Adam gibi adamlar yalan söylemez, nokta kadar çıkar için asla virgül gibi eğilmezler. Kendini 'adam' yerine koyan değil 'adam' sıfatına gerçekten yakışan ve bütün yıkılışlara rağmen onuruyla yaşayan kişidir. 

 Adam gibi adam iman, aşk, aksiyon ve karakter adamıdır. 

Ben Muhsin Reisi hep adam gibi adam olarak tanıdım, gördüm ve öyle yaşadığına ve ölümünün de öyle olduğuna şahit oldum. 

Muhsin Reis bizim için gerçek reisti. Şimdiye kadar içimden gelerek ve isteyerek Reis dediğim tek insan da odur. 

1980 öncesinin kurgulanmış anarşi ve terör ortamı bir vesile ile bizi Ankara’ya atmıştı. Muhsin Reis ile tanışıklığım bu dönemde oldu. Ben lise talebesi iken Reis Veteriner Fakültesi’nde okuyordu. Ankara’ya gidince Reis bir abi olarak sahip çıkmış ve beni kalmam için bir yurda yerleştirmiş ve yurt başkanına da bana sahip olması için tembihte bulunmuştu.   Ankara’da fazla kalmamış ve sonra ailem ile birlikte İstanbul’a göç etmiştik. 

1977 yılında İstanbul’a geldiğimde anarşi ve terör her yanı sarmıştı. Biz de bu ortamın gereği olarak 12 Eylül öncesi genç yaşta cezaevine düştüm. Derken 12 Eylül olmuş ve ben 1982 yılında tahliye olmuştum. Reis’te 12 Eylül darbesinin ardından cezaevine düştüğü için görüşememiştik. Reis 7,5 yıl yattıktan sonra 1987 yılında tahliye olmuştu. Benim üçüncü kez tahliye oluşum da aynı yıla denk gelmişti. 

Cezaevlerinde okuma fırsatı bulduğumuz için fikri alanda birçok değişim geçirmiştik. Geçmişimizde yaptığımız hataların ne olduğunu görmüş ve bunların bir daha tekrarlanmaması için elimizden geleni yapmaya çalışmıştık. 

Muhsin Reis cezaevinden çıkar çıkmaz mağdur arkadaşlara yardım edebilmek için bir vakıf kurmuştu. Vakfın açılışından sonra Ankara’ya giderek kendisiyle görüşmüş ve neler yapmamız hususunda fikirlerini almıştım.  

Muhsin Reis, İslami sebeplerle Ülkücü hareketten kopmaların yanlış olduğuna inanıyor ve bu kopuşları engellemeye çalışıyordu. Onun düşüncesi İslami şuura sahip gençlerin Ülkücü hareket içinde kalarak hareketin daha da İslamileşmesinde rol oynamalarını istiyordu. Biz ise bunun o şartlarda zor olacağını savunuyorduk. Bu tür tartışmalar içinde 1992 yılına kadar geldik ve bu tarihte bilinen kopmalar yaşandı.

Ayrılmalardan sonra yapılan istişareler neticesinde iki görüş ağırlık kazanmıştı. Birincisi vakıf etrafında cemaatleşerek yeni bir gençlik yetiştirmek ve belli seviyeye geldikten sonra partileşmekti. İkinci görüş ise hemen partileşmek ve dağılmaları önlemekti. Yapılan istişarelerde ikinci görüş ağır basınca parti kurulması kararlaştırılmıştı. Bu dönemde İstanbul’da gazetecilik yapıyordum ve partinin kurulması için yapılan toplantıların hemen hepsine katılmıştım. Ancak yurtdışına gitmem sebebiyle partinin kuruluşunda fiili olarak görev alamamıştım. 

Ayrılışlar sırasında Muhsin Reis adeta medya tarafından unutulmaya mahkûm edilmişti. Bu dönemde elimizden geldiği kadar ayrılışların haklılığını medyaya taşımaya gayret etmiştim.  Fakat çalışmalarımız cılızdı ve yeterli olmuyordu. 

Bu zor dönemde hareketin kalıcılığına katkı olur düşüncesiyle ayrılışların arka palanını anlatacak bir kitap yapmaya karar verdim ve kısa zamanda Reisin niçin böyle bir yola girdiğini, Ülkücülerin içinde bulunduğu ortamı, ayrılışların arkasında herhangi bir destek olup olmadığı vb. durumları anlatan bir kitap hazırladım. Kitabın ismini “Parçadan Bütüne Yeni Oluşum” koymuştum. Zira bu dönemde ayrılışlar daha çok “Yeni Oluşum” olarak tanınıyordu. 

Kitap 1993 yılında Değişim Yayınları’nın ilk kitabı olarak piyasaya çıkmış ve kısa zamanda tükenmişti. Muhsin Reis kitabın çıkmasına çok sevinmişti. Zira Muhsin Reis ile ilgili ilk kitaptı. 

Kitap piyasaya çıktığı dönemde yurt dışında gazetecilik yapıyordu. 1995 yılının sonlarına doğru Türkiye’ye döndüğümde kitabın yeni baskısını yapmak için çalışma başlatmıştım. Bu sırada bir vesile ile İstanbul’a gelen Muhsin Reis ile görüşmüş ve kendisine yeni gelişmelerle ilgili 33 soru hazırlayarak vermiştim. Ancak değişen gelişmeler sebebiyle kitabın yeni baskısını bir türlü çıkaramadık. 

İstanbul’a döndüğüm 1995 yılının sonlarından 1999 yılının sonlarına kadar bir gazeteci yazar olarak desteğimi hiç esirgemedim. Köşe yazılarımda, yaptığım haber ve röportajlarla medyadaki sesi soluğu olmaya gayret gösterdim.

1999 yılında haftalık bir haber yorum dergisinde yayın yönetmeni olarak göreve başladım. Bu tarihten 2005 yılına kadar özellikle derginin kapak konuları ile ilgili Reise sık sık kendisine müracaat eder, fikirlerini kamuoyuna duyururdum. Derginin haftanın konuğu köşesinde en çok röportajı yayınlanan siyasi lider Reis olmuştur.  Bu dönemlerde herkesin kendisini takdir ettiğini, ancak oy vermeye gelince başkalarına oy verdiklerinden yakınırdı. Hatta herkesin kendisini “En temiz siyasetçi” olarak lanse etmesinin ardından oylarını başkalarına vermelerini anlamadığını söyler, bu durumu garipserdi. Fakat bu durum onu mücadele etmekten hiç bir zaman yıldırmazdı. 

1995 yılında Türkiye’de döndüğümde birçok kez parti içinde görev alayım dememe rağmen, “Senin medya içinde kalıp oradan bize destek vermen daha iyidir. Medya da bizi temsil edenlerin olması ve çoğalması gerekir.” Diyerek teklifimi kabul etmemişti.  

Ecel birdir değişmez. Muhsin Reis de Rabbimin takdir ettiği hayatı şerefli bir biçimde yaşamış ve yine Rabbimizin takdir ettiği bir ölümle aramızdan ayrılmıştır. Biz buna iman etmiş ve hayatımızı buna göre tanzim etmeye çalışan insanlarız. Ülkücü hareket içinde birçok arkadaşımız yanımızda şehit olmuştur. Yani ölümle iç içe bir hayat bize hiç uzak olmamıştır. Buna rağmen Reisin şehadet haberini aldığımda müthiş bir travma yaşadım diyebilirim.  Rabbimin takdirine karışamayız elbette ama bana göre zamansız gelen bir haberdi Muhsin Reisin şehadeti. 

Muhsin Reisin şehadet haberini aldığım zaman bir yazı yazayım dedim ama ne hikmetse defnedilene kadar elim varmadı. Ne zaman teşebbüs etsem de yarım kaldı. Ancak cenazesinde döndükten sonra arkasından aşağıdaki yazıyı kaleme aldım:

***

ÖLÜMÜNDE HAYATIN GİBİ GÜZELDİ 

Güzel insan!

Güzel dost!

Güzel Müslüman!

Seni son yolculuğuna uğurlarken bir gerçeği yeniden idrak ettim.

“ÖLÜMÜN GÜZELLİĞİNİ”...

“Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber,

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” diyen şairin dediği tarzda bir güzellik.

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” gerçeği bir kez daha çarptı sinelerimize, gözümüze, gönlümüzü...

Senin güzel yaşadığına şahidim. 

Zahirde herkes ağıt yaksa da ölümünün de güzel olduğuna inanıyorum.

“Sonsuzluğun Rabbine” gidiş nasıl çirkin olabilir ki?

Ruhun cesetten kurtulma anı olan “Ölüm” nasıl çirkin olabilir ki?

Hürriyetin ne anlama geldiğini sizin gibi yıllarca zindanlarda (zahiren zindan, gerçekte ise Yusufiye Medresesi) yatanlar daha iyi bilir.

Ruhu, dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, geniş, sevinçli, ıstırapsız baki bir hayata girmenin kapısı olan ölüm ceset hapsindeki ruhun hürriyetine kavuştuğu vuslat anıdır; yıllarca beklenen...

“Uykudan uyanmadır ölüm. “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” hadisi bu gerçeği bize bütün açıklığıyla tebliğ ediyor zaten. 

Hem inanan için ölümün olmadığı en büyük gerçeklerden biri değil mi?

İnanan için ölüm mekân değiştirmedir, Sonsuzluğun Rabbine kavuşmadır, vuslattır. 

Önden giden dostları ziyarettir. 

Ölümsüz hayatın başlangıcıdır. 

Evet,  ölüm bir mekân değiştirmedir ve biz ölüm denen olguyla dördüncü ölümümüzü tadıyoruz. Aslında bu ölüm değil doğmadır. Ahirete, en büyük âleme, sonsuz nimete doğmadır.

İnsan madde/beden ve ruhtan terkip edilmiş Eşref-i mahlûktur. 

Madde ve beden ölümlüdür. 

Beden ölür, çürür, kaybolur. 

Ruh ebedidir. 

Ruhlar ölmez. 

Ruhlar çürümez. 

Ruhlar kaybolmaz. 

Ölüm bedenler içindir. 

Ruhlar için ölüm başka bir âleme doğumdur.

Mevlana ne güzel der: 

“Ölüm yok can! 

Canlar için ölüm yeniden diriliştir, yeni bir doğumdur.

 Can, sen ölümden değil, ölümden sonra ki hayata hazır olmamaktan kork…”

Şahidim ki Sen ölümden sonraki hayata hep hazırlandın. 

Ölümden asla korkmadın.

Zaten gözlerine dikkatlice bakanlar ötelere aşık olduğunu rahatça anlardı Senin…

Günlük hayatın, konuşmaların bunu açık biçimde ortaya koyuyordu zaten. Sonsuzluğun Rabbini özlediğini hep ifade ederdin. 

“Üç günlük dünya için fırıldak olmaya değmez.” dedin ve hep dik durdun. 

Tam bu noktada şairin;

“Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun! 

Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!” sözü çarpıyor kulaklarımıza… 

Zaten ölümü öldüren Rabbe secde etmekten başka çaremiz mi var? 

O Rab ki: “Yüceler yücesidir, mutlak hükümranlık elindedir ve her şeye gücü yeter.”

O Rab ki: “Hangimizin daha güzel davranacağını sınamak için ÖLÜMÜ VE HAYATI yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” 

Yunus Emre bu gerçeği ne güzel ifade eder: 

“Ölür ise ten ölür. 

Canlar ölesi değil.” 

Bir başka ifadesi de şöyledir:

“Yunus öldü deyi sala verirler. 

Ölen beden imiş, âşıklar ölmez.”

Sen âşıktın, davana, İlay-ı Kelimetullah davasına… 

Nizam-ı Âlem davası için çekmediğin çile, görmediğin eza kalmadı. 

Öyle bir âşıktın ki, gözün davandan başkasını görmüyordu. Sana vaat edilen nice ikballeri elinin tersiyle ittin ve hep “Davam” dedin. Çünkü sen “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz, davamdan vazgeçmem” diyen Nebi’nin izindeydin.

Buna hayatında şahidim. 

Cenazende bütün gücümle buna şahitlik yaptım. 

İstikamet ve vakar sahibi olduğunu söylediklerinde de şahitlik ettim.

Yüz binler de şahitlik etti Senin istikamet ve vakar sahibi bir Müslüman olduğuna…

Kimileri ağıt yakıp, “şöyle olmasaydı böyle olmazdı”, “Enkaz zamanında bulunsaydı, kurtulurdu.” Gibi laflar ettiler. Bilmediler ki, “Ecel birdir, değişmez.” Zamanı geldi mi ruhun ceset hapsinden kurtulmasına; buna kimse mani olamaz. Zamanı gelmedi mi; işte o zamanda kimin haddine ki ona ilişsin.

Biliyorum ki, yaşasaydın, sebeplere takılıp kalmazdın. Ölümün de hayat gibi bir nimet olduğuna inanır, tevekkül eder, Rabbimden gelen her şeye razı olurdun. Önden giden dostların cenazelerinde hep böyleydin zaten…

“Her canlı ölümü tadacaktır/tatmaktadır.” 

Vakti geldi ve Sen de tattın ölümü…

Ardından milyonlar dua edip, gözyaşı döktü. Sen bütün bu duaları hak ettin. Rabbimde Seni üç gün buldurmayarak ardından yapılan dualarına dua kattırdı. 

Zaten “Duamız olmazsa ne ehemmiyetimiz olur ki?”

Seni unutmayacağız yiğit adam…

Hep dik duruşun gelecek aklımıza…

Ötelere bakan gözlerin, 

Sonsuzluğun Rabbine gitmek istediğin sözlerin gelecek.

“Adam gibi adam” olmanın gündeme geldiği her yerde de Sen geleceksin aklımıza örnek olarak…

Sonsuzluğun Rabbine gittin. 

Sen zaten hep “Sonsuzluğun Rabbine” gidişi özlemiyor muydun?

Gittin ve sonsuz âlemde sevdiklerinle buluştun.

Giderken güzel gittin. 

Eminim Sen Azrail (as)’e de “Hoş geldin” dedin; şairin dediği gibi:

“O Demde ki, perdeler kalkan perdeler iner.

Azrail’e “Hoş geldin”; diyebilmekte hüner.”

Rabbim inşallah gerçek âlemde seni ve seni sevenleri Resulullah’ın Livaü’l-Hamd sancağı altında hasreder ve cennetinde Resulullah’a komşu eder. 

(Selim Çoraklı – 2 Nisan 2009 – Sefaköy

***

Müslüman Türk tarihi içinde sayısız kahramanlar çıkmıştır. Bu anlamda türk tarihi kahramanların resmi geçit yaptığı bir tören mesabesindedir. 

Muhsin Reis de çağımızda bizim kısmetimize düşmüş bu kahramanlardan biridir. 

Muhsin Reis, dost ve düşman herkesin ittifakıyla bu milletin içinden çıkmış, himmeti milleti olmuş son Alperenlerdendir.

İdealist bir dava adamının nasıl olacağını hayatının bütün safhalarında yaşayarak göstermiş olan Reis,  ortaya koyduğu mücadelesi ile gönül verdiği dava uğruna, kendi öz nefsine kadar her şeyi feda etmeye hazır olmanın yollarını göstermiştir. Kendisini tanıyan herkesin ifade ettiği gibi yaşatma uğruna yaşama sevdasından vazgeçmiş yiğitlerdendi. 

Reis, davasına sevdalıydı. Öfkesi davasına olan sevdasındandı. Davası olmayanın sevdası olmayacağını, sevdası olmayanın da öfkesi olmayacağına inanıyordu. Bunun için tepeden tırnağa davasını soluyordu. Bu uğurda her türlü çileyi yudumladı. Hayatının 7,5 yılını adına “Yusufiye Medresesi” dediği cezaevinde, geçirdi. Çok sevdiği devletinin yetkilileri tarafından akla hayale gelmeyen işkencelere maruz kaldı ama o hiçbirinden yılmadan, davasından taviz vermeden aramızdan ayrılmadan bir hafta önce söylediği gibi “dik durmasını” bildi. Hiçbir güç karşısında eğilmedi; hep Hak ve hakikati haykırdı. 

İslam onun vazgeçilmez davasıydı. Nizam-ı Âlem davasının yılmaz bir savunucusu olarak davasını her zaman ve mekânda savundu. Ölümü göze alarak yıllarca mücadele ettiği Ülkücü hareketin İslam üzere yaşaması için elinden gelen çabayı gösterdi. Ülkücü harekete liderlik yaptığı dönemlerde “Kanımız aksa da zafer İslam’ın”, “Çağrımız İslam’da dirilişedir”, “Müslümanlar küfre karşı tek yumruk” gibi sloganları gündeme getirerek esas davanın ne olduğuna dikkat çekti.  “Dava Adamı” isimli yazısında bunun nasıl olacağını şöyle özetlemişti: 

“Büyük davalar yıkılmayacak, yorulmayacak, üşenmeyecek dava adamları ister!.. Bizim tarihimizde amel etmeden ahlakçılık yapan nazariyatçılar yoktur. Kendi bedenlerinde ve nefislerinde denemedikleri bir hayat tarzının teorisini de yapmamışlardır.

Müslüman’ın iki ayrı hayatı olamaz. Maddi hayatını düzenlerken başka, manevi hayatını düzenlerken de başka bir felsefeye göre davranamaz. Sadece din ve ibadet konularına Allah (cc)’a yönelik bir şahsi ve nefsi mesele olarak görmenin; ama siyasi, içtimai ve iktisadi meselelerde “Allah’ı işe karıştırmamak” felsefesiyle hareket etmenin insanı iki ruhlu, ikiyüzlü bir hayat anlayışına götüreceğini söylersek herhalde yalnızca gerçeği belirtmiş oluruz. Müslüman’ın maddi ve manevi hayatında tam bir uyum ve ahenk olmalıdır.

Dava adamları kendi hayatlarını tam bir mü’min gibi düzene koyarken, ferdi şuurdan kolektif şuura geçişin metotlarını da geliştirmelidir. İslami şuurlanma edebiyat ve nazari mülahazalar olmaktan çıkıp yaşanan, canlı bir varlık olma niteliğine kavuşmalıdır.”

Yazıcıoğlu ülkemizde yapılan birçok darbeye şahit oldu. Bu darbelerde mağdur oldu; ama asla hiçbir darbeye ve darbeciye ödün vermedi. Bir darbe mağduru olarak siyasi hayatının her döneminde askerî müdahalelere karşı en sert tepkiyi verdi.

Bu ülkenin çocuklarının bir daha darbelerde heba olmaması için her zaman darbelerin karşısında yer aldı. Reis her zaman, “Ben 27 Mayıs’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, modernine, post modernine, her türlü darbenin karşısındayım.” diyerek tarafını belli etti. 28 Şubat döneminde ilkeli duruşu ve demokrasiye sahip çıkışıyla milletin sevgisini ve takdirini kazandı. 28 Şubat’ta kendisine yapılan telkinlere “Ben sıktığım ele yanlış yapmam” diyerek onurlu bir duruş sergiledi.

12 Eylül 1980 askeri darbeye, 28 Şubat 1997 Post modern darbeye ve 27 Nisan 2007 (e-muhtıra) darbelerine ve darbe girişimlerine karşı göğsünü millet iradesi uğruna siper etti. Ülkede oynanmak istenen her türlü oyunu bozdu. Gençliği kendi pis emellerine alet etmek isteyenlerin önünde en büyük engeldi. 1980 öncesi gençliğin “Derin odaklar” tarafından kullanılmak istendiğine şahit olduğu için her zaman gençleri uyardı; onlara ağabeylik yaptı, liderlik etti. Bu sayede binlerce, on binlerce genç teröre, anarşiye, bulaşmaktan kurtuldu. 

“Kimin himmeti milleti ise, o kişi tek başına bir millettir.” anlayışı ile milleti için bütün himmetini harcadı. Bir karlı kış gününde milletine gerçekleri anlatma uğruna çıktığı yolculukta, her şeyden çok sevdiği  “Sonsuzluğun Rabbine” ulaştı. Milyonlarca insan arkasından hüsn-ü şahadette bulundu. “İstikamet ve vakar sahibi bir Müslüman” olduğuna şahitlik yaptılar.

Muhsin Reis gibi bir “İman, aşk, aksiyon ve karakter” insanını anlatmak elbette zordur. Ancak O’nun gibi idealist bir kahramanın gelecek nesillere aktarılması çok önemlidir. Bundan dolayı eli kalem tutan herkes Muhsin Reise ait bildiklerini yazmalı ve tarihe mal etmelidir. 

Bu inanışla Türkiye’de Muhsin reis hakkında 1993 yılında “Parçadan Bütüne Yeni Oluşum” isimli kitabı yazmak bana nasip olmuştu. Şehadetinden sonra da “Adam Gibi Adam-Muhsin Yazıcıoğlu” isimli bir kitap kaleme aldım. 2016 yılında bu kitaba birçok ilaveler yaparak “Çağımızda bir Alperen: Muhsin Reis” olarak yeniden yayınladım. 

Yine şehadetinin yıldönümünde yapılan Kur’an ziyafeti vesilesiyle “Muhsin Yazıcıoğlu’nun İslam Davası” isimli küçük bir kitap neşrederek davasının esaslarını duyurdum. 

Muhsin Reis her türlü fedakârlığa ve zorluğa katlanmaya değer bir liderdi, dosttu, abiydi. Muhsin Reis’in nasıl güzel bir insan olduğunu gelecek nesiller tarafından bilinmesine bir katkı sağlamak maksadıyla ilgili yaptığım çalışmalarla onun bu güzel yönlerini tarihe mal edebildimse kendimi bahtiyar sayarım.

Muhsin Reis’in çok sevdiği Sonsuzluğun Rabbine en güzel şekilde şehit olarak gittiğine inanıyorum. Bu yazıyı okuyanlardan da ruhuna bir Fatiha okumasını istirham ediyorum. 

Bizim bir hakkımız yoktur ama varsa bütün haklarım anamın ak sütü gibi helal olsun. Reis de inşallah bize hakkını helal etmiştir.