Ülkücülerin dünü ve bugünü

Mümtaz’er Türköne, yeni çıkan romanı hakkında: Yeni kuşaklara bir vasiyet, İnsanı merkeze alan, boşlukta ve karanlıkta yolunu arayanlara bir uyarı...

Abone Ol

1978’in Mart Ayında Ne Oldu?

Mümtaz’er Türköne ile yeni çıkan Bindokuzyüzyetmişsekiz romanı hakkında konuştuk.

Ramazan Akgün: Hocam romanı okudum. Okuyanlara da sordum. Bir ateş yumağı halinde sürükleyici. Bizim kuşağa, yani 78 kuşağına o günleri tekrar yaşatıyor. Karakterler canlı, olay örgüsü etkileyici, sahne eksiksiz. Peki gerçek mi?

Mümtaz’er Türköne: Ağzında kalan kekremsi tat gerçek. Korkular, pişmanlıklar, umutlar, kapana kısılmalar… Hepsi gerçek. En önemlisi 1978 yılında Mart ayında, birilerinin işaret parmağı ile bastığı düğme gerçek. Ama en çok duygular. Romanı o zaman yaşadığımız duyguları kayda geçirmek için yazdım.

Ramazan Akgün: Evet o duyguları yaşatıyor. Ben unuttuklarımı bile hatırladım. O zaman romanın merkezindeki gerçekle başlayalım. Soğuk Savaş döneminin gayrı-nizami harp konseptini kullanarak, komuta kademesi bir darbe planlıyor. Bunun için kavgayla-dövüşle süren öğrenci olaylarını karşılıklı katliamlarla tırmandırıyorlar. İstanbul Üniversitesi katliamı, Ümraniye’de beş ülkücü işçinin öldürülmesi. Bu aydan itibaren bombalar patlıyor. Türkiye bir kan banyosundan geçiyor. 12 Eylül’de kanı dökenler iktidarı ele geçirdikleri için musluğu kapatıyor ve herkes derin bir nefes alıyor.

Mümtaz’er Türköne: Evet olan bu. Sen-ben Mamak’ta süren vahşetin muhatabı oluyoruz. Neyse, sonuç itibarıyla bir iktidar oyunu bu. Kanlı bir oyun. Çağlar boyu hep böyle olmuş. Baba evladını, evlat babasını öldürmüş. Büyük kıyımlar yaşanmış. Bizim hissemize düşen  de, Soğuk Savaş’ın keskin ideolojik kutuplaşmalarını kullanan bu cambazların, gençliği sürükledikleri, kışkırttıkları, yetmeyince doğrudan sahaya kendilerinin indiği bir kan deryası olmuş.

Ramazan Akgün: 1978’de siz neredeydiniz? Ne yapıyordunuz?

Mümtaz’er Türköne: Fakülte diplomamda o senenin tarihi var. 1978’in Mart ayında Genel Merkez’deydim. Genç Arkadaş dergisini çıkartıyordum. Site Yurdu’nda kalıyordum. Türkiye’yi birkaç defa dolaştım. Gözlem yapacak, gelişmeleri takip edecek yerlerde oldum.

Ramazan Akgün: Muhsin Yazıcıoğlu kuşağı.

Mümtaz’er Türköne: Evet, onun Ülkü Ocakları Genel Başkanı olduğu yönetimde çalıştım.

Ramazan Akgün: Pişman mısınız? Bugün olsa aynı şeyleri yapar mıydınız?

Mümtaz’er Türköne: Doğru kelime pişmanlık değil galiba. Çünkü biz önümüze geleni yaşadık. Oyuna getirildik. Omzu kalabalıkların iktidar sofrasına meze yapıldık. Pişmanlık değil de hesap sorma tutkusu kaldı o günlerden. Türk milliyetçiliği bir kültür davası idi. Bir tarih bilinci idi. Ne ara eli kanlı katiller sınıfına dahil edildik? Bu rolü bize kim biçti? Tezgâhı kim yaptı?

Ramazan Akgün: Bunları hepimiz söyledik. O günlerin sıcaklığı kaybolunca. Yeni kuşaklara da aktaramadık. Sahi Hocam, yeni kuşaklar deyince… Ülkücülük ne durumda?

Mümtaz’er Türköne: Ben o yıllardan sonra zorlu bir akademik cenderenin içinden geçtim. Evrensel kavramlara bağlı kalmaya ve nesnel davranmaya mecburum. 70’li yılların ülkücülüğü ile bugünkü arasında yakından uzaktan bir alâka yok. En bariz fark: O günün ülkücülüğü vermeye, bugünkü almaya odaklı. Ülkücülük bir ideolojik kimlikti, duruştu ve fiildi. Bunu mutlaka belirtmeliyim: Benim arkadaşlarım hem çok zeki hem de çok cesurdu. Her şeyini feda etmeye hazırdı. Bugünkü ise, siyasi tartışma konularında sadece eğilim olarak milliyetçi bir tavır sergilemekten ibaret. Çok basit, sade ve maliyetsiz bir statü vasıtasına dönmüş vaziyette. Bir uçan halı gibi; sizi en aşağıdan alıyor, en tepeye bir hamlede çıkartıyor. Bir şey bilmenize, öğrenmenize gerek kalmıyor. Ülkücü olunca her konuda hüküm vermeye yetkili oluyorsunuz. İtibar görüyorsunuz. En ürkütücü tarafı, politik duruş olarak Türkiye’nin birliğinin ve bekasının sorumluluğunu üstlenmiyor. Sadece partiye sadakat ve parti bağlılığı ile sınırlı. Mankurtlar isimli kitabımda uzun uzun anlattım. Küçük Türkiye Milliyetçiliği bu. İmparatorluk varisi, tarih yazmış bir milletin geniş ufuklu, donanımlı, hoşgörülü ve kendinden emin milliyetçiliği değil.

Ramazan Akgün: Bazı sözleriniz çok eleştirildi. Çok tepki aldınız. Bozkurt’un Türklerin sembolü olmadığını söylediniz. Apo’yu paşa yapalım dediniz. Hiç Türkeşçi olmadım lafınızı da hatırlıyorum.

Mümtaz’er Türköne: Ona bakarsan rahmetli Muhsin Başkan da Türkeşçi değildi, ona başkaldırmıştı. Benimki bir prensip meselesi. Benim kendi aklım var. Neden başkasının fikirlerine bağlanıp bütün dünyayı onun gözlerinden göreyim. Nitekim Türkeş’e saygı gösterenler de onun ideolojik mirasına sahip çıkmıyor. Bildiğim kadarıyla Ali Uzunırmak dışında kimseye 9 Işık’ı eksiksiz saydırmazsın. Şu gardırop Atatürkçülüğü de öyle. Atatürk’ün bizzat kendisi rehber olarak fikirlerini değil akıl ve fenni miras bırakacak kadar geniş görüşlü. Başı sıkışan, siyasî olarak zorlanan hemen Atatürk’ün arkasına saklanıyor. Apo’nun paşa yapılması, devlet aklına sahip uzun bir tarihi tecrübeye atıfta bulunan bir usulü hatırlatmaktı. Osmanlı böyle yapmış. Bunu hatırlamak bile zekânızı keskin hale getirir. Bozkurt figürü bize değil bir Moğol kabilesine ait. Burada gerçeğin bir önemi olmadığının ben de farkındayım. Benim asıl itirazım şu: Türkiye’nin ne kadarını üzerinde Bozkurt resminin yer aldığı bayrağın etrafında toparlayabilirsiniz? Dünyanın en güzel bayrağı, ayyıldızlı bayrak bize niye yetmiyor? Bu büyük milletin mensubu olmaktan, onu ilerletmeye ve çağın zirvesine çıkarmaya çalışmaktan daha büyük hedef olabilir mi?

Ramazan Akgün: Hocam isterseniz tekrar romana dönüp röportajı noktalayalım. Bu romanı neden yazdınız?

Mümtaz’er Türköne: Yeni kuşaklara bir vasiyet olarak düşün. Saygı duyduğum tek şey gerçekler. Elbette yaşananlar tekrar yaşanmaz. Tarih kendini tekrarlamaz. Sadece insan değişmiyor. Her yeni nesil, kendisinden önceki nesle itiraz ederek, isyan ederek kendi kimliğini şekillendiriyor. Bizden sonra neredeyse dördüncü kuşak geldi. Dünyada ideolojik kutuplaşma o kadar keskin değil. İktidar rekabeti ve çatışmaları ise aynı kalıp etrafında tekrarlanıyor. Hep entrikası bol ve kanlı geçiyor. Benimkisi bir uyarı. İnsanı merkeze alan, boşlukta ve karanlıkta yolunu arayanlara bir uyarı.

Ramazan Akgün: Bu uyarı inşallah işe yarar. Teşekkür ediyorum Hocam.

Kitabı temin edebilmek için 
https://www.kitapyurdu.com/kitap/bindokuzyuzyetmissekiz-/655712.html