Abonesi olduğum dergiyi getiren Kargo görevlisi, “Ağabey, soğuk suyunuz varsa bir bardak içebilir miyim” dedi yorgun bir hali vardı. “Otur hele” deyip su verdim ve birkaç dakika sohbet etme imkânı bulduk. İş yoğunluklarının oldukça fazla olduğu belli idi. “Bizi en çok tebligatlar yoruyor” deyip ekledi: “Birinci sırada trafik cezaları, ikinci sırada icralıklar, üçüncü sırada da boşanmalar!.. İlgili adrese gidiyoruz, kapalı ya da kapıyı açan olmuyor. Not bırakıyoruz, olmadı mahalle muhtarına götürüyoruz…”
Çok enteresan değil mi?
Trafik cezaları birinci sırada. İkinci sırada icra dosyaları, üçüncü sırada boşanmalar… Bu üç madde milletimizin gerçekten yaralı, sıkıntılı, dertli, bunalım içinde ve çaresiz olduğunun belgesi gibi önümüzde duruyor. Bunlara çocuk ve kadınlara yapılan taciz ve tecavüzleri, cinayetleri de ekleyince “ölmüşüz de ağlayanımız yok” desek yeridir. Devlet kurumları, iktidar mensupları bunlara çözüm bulacak yerde siyaset cambazlığı yapmayı tercih ediyor.
Trafik cezalarının bir azap haline geldiğinin farkındayım. Çünkü hızlı bir şoför değilim, trafik kurallarına uyar, Avrupa’da sıkça rastlayıp hayran olduğumuz yaya önceliğine dikkat ederim. Ancak ne hikmetse hemen her yıl memlekete gidip gelirken Afyonkarahisar sınırları içinde tuzağa düşer, hız cezalarının en alt sınırından da olsa mutlaka bir ceza yerim. Hız limitini en alt sınırından ceza yemiş olmam da zaten dikkatli oluşumun bir göstergesi olmalı.
Ekim ayı başlarında cezamı günü gününe ödemek için vergi dairesine gittim. Veznedeki görevliye, “Trafik cezam varmış” deyince “Afyon’da mı” diye sormasın mı? “Ne bildiniz” deyince de “Orası çok meşhur” dedi. Sonra sosyal medya hesabımdan bir paylaşım yapıp “O bölgeden geçip de trafik cezası yemeyen var mı” diye sordum. Sanırım 70 civarında yorum yapılmıştı ve hemen herkes aynı dertten yakınıyordu. Çünkü o EDS levhalarına ve kenarlara kondurulan hız işaretlerine uyum sağlamak iğnenin deliğinden ip geçirmekten zor. Bazen 100 – 150 metre ile değişkenlik gösteren işaretler var.
Hani sosyal medyada sık sık rastladığımız bir dokundurma vardır. Denir ki: “Almanya’nın gelirleri Ağır Sanayi, Otomotiv Sanayii…”, “Japonya’nınki elektronik sanayii…”, “Türkiye’nin gelirleri trafik cezaları, vergiler, harçlar, zamlar…” Gerçekten de öyle bir durum var. İşte, Almanya’da faaliyet gösteren As Haber isimli Güncel Kültürel Fikir ve Paylaşım Portalı’ndan aldığım ve bizi çok ilgilendiren bir haber:
“Gel de çık işin içinden... Türkiye'de 8600 TL, Avrupa'da 105 Euro (Yaklaşık 3.750 TL)
Türkiye'den 10 yıllık yeni pasaport çıkarmak isteyen bir kişi her şey dahil 8623 TL ödemek zorunda. Avrupa'daki Türk Konsolosluklarında 10 yıllık bir pasaport almak istendiğinde tüm masraflar dahil toplamda 105 Euro ödenmesi dikkat çekti. Türkiye’de ödenen 8623 liranın 7.833 TL'si harç bedeli, 790 TL'si ise defter bedeli olarak hesaplanıyor. Asgari ücretin yarısına tekabül eden bu ücret, epey bir tartışma konusu oluyor. Arada 5 bin TL fark var!..”
Evet, gelin de işin içinden çıkın bakalım, çıkabilir misiniz? Zaten akaryakıt fiyatlarında, otomobil alımlarında ve özel tüketim vergisine tabi pek çok üründe alışveriş yapıldığında “Bir de devlete alındığı” herkes tarafından biliniyor ve söyleniyor. Gıda fiyatlarının dünyada düşerken bizde arttığı, “Pahalı ülke” olarak bilinen İngiltere’de bile et, yağ gibi ürünlerin bizden ucuz olduğu belgeleriyle ortaya serildi.
Devlete vergi vermeyelim mi? Elbette vereceğiz. Devlet gerektiği zamanlarda bazı ürünlere zam yapmasın mı? Elbette yapsın. Ancak vatandaş olarak bizler liyakatsiz, aile boyu yapılan atamalardan, mülakat oyunlarından, üç – beş yerden maaş alanların haberlerini dinlemekten, hatır gönül uygulamalarından, devlet kurumlarının yaptığı lüzumsuz harcamalardan, lüks, israf ve şatafata varan davranışlardan, Avrupa devletlerinde, Japonya’da olan makam araçlarının 10 katından fazla makam aracı olmasından, lüzumsuz konvoylardan bıktık usandık. Daha birçok sebepten göğsümüzü gere gere “Bu eser devletimize verdiğimiz vergilerle yapıldı” diyemiyor, o zevki tadamıyoruz. Haksızlık, hukuksuzluk, adam kayırmacılık almış başını gidiyor. Millette bir güven bunalımı var. Çünkü verdiği vergilerin, yapılan zamlardan alınan paraların, çeşitli sebeplerle gündeme gelen katılım paylarının amacına uygun olarak kullanılıp kullanılmayacağına dair şüpheler, karamsarlıklar had safhada. İşte en son, “Savunma sanayiine aktarılacak” denilerek alınmak istenen katılım payları büyük bir tepkiye yol açtı ve geri çekilmek zorunda kalındı.
Devlet bir taraftan “Tasarruf genelgesi” yayınlarken öbür taraftan lüks araç alımlarına devam edilmesi, görevden ayrılan Bakan’la sonraki Bakan’ın araç kavgalarını dinlemek içimizi acıtıyor. Almanya’da yapılan Avrupa Futbol şampiyonasına İngiltere, İspanya, Fransa gibi futbol ülkeleri 50 – 60 kişilik davetliler götürürken Türkiye Futbol Federasyonu’nun onların on katı bedavacı götürmesi çok tartışılmıştı. İşte kokusu çıktı. Bir TV programına katılan ve hasret kaldığımız dürüstlüğe sahip olduğuna inanmak istediğimiz yeni Federasyon Başkanı, önceki federasyonun 4,5 milyon euro ikram faturası bıraktığını, sonradan gelen 70 bin euroluk bir fatura ile de Almanya’ya götürülen bazı bedavacı misafirlerin turnuva bittikten sonra da orada kalmaya devam ettiklerini ve masraflarının Federasyon’a ödettirildiğini söyledi. O 4,5 milyon euro ona buna peşkeş çekileceğine amatör spor branşlarına aktarılsa, ümit vaat eden gençlerin yetiştirilmesine harcansa olmaz mı idi? Nereye baksak, nereden tutsak elimizde kalıyor, dökülüyor ve toplayamıyoruz.
Eskiden de siyasi tercihler olurdu ama bir yolu yordamı, bir dozu vardı. Parlamenter sistemin unsurları olan muhalefet partileri ve işleri uygulama sorumluluğu olan bürokrasi bir denge unsuru olarak pek çok tutarsızlığın, yanlış uygulamaların önüne geçebiliyordu. “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” geldikten sonra bütün kurumlar, valiler, kaymakamlar, sözüm ona “Özerk” olan federasyonlar hatta hiç siyasete bulaşmaması gereken Yargı, Ordu, Diyanet bile siyasetin emrine girdi.
Ortaya çıkan usulsüzlüklerde, yolsuzluklarda, haksız ve hukuksuz yapılan işlerde bile siyasi tercihlere göre hareket edilmesi insanı kahrediyor. Düzce’de, AKP’de siyaset yapan bir iş yeri sahibinin firmasının Kredi Yurtlar Kurumu’na bağlı yurtlara verdiği yemeklerde domuz eti çıktığı anlaşılıyor ama aynı konuda meşhur bir köftecinin üzerine gidildiği ölçüde gündeme gelmiyor. Düzce’deki patron, pek çok konuda şahit olduğumuz gibi suç bastırmak için klasikleşen “Ezan susmaz, bayrak inmez” sloganı misali, “Bizim vatanını milletini seven imanlı kişiler olduğumuzu herkes bilir” diyor. İsrail malları, İsrail’le bağlantılı işyerleri protesto edilirken hem de Rize’de Belediye Başkanı öyle bir işyerinin açılışına katılıp kurdele kesiyor, eleştirilince de pişkin pişkin, “Orada yemek yemedim, yeseydim İsrail’e hizmet etmiş olurdum” diyebiliyor. Bakan Yardımcılığı yapan birinin Dubai’den 60 kilo kaçak altın getirdiği tespit edilmesine rağmen kendisi hakkında bir işlem yapılmadığı hem yazıldı hem TV ekranlarında gündeme getirildi. Çakarlı araçlarında uyuşturucu bulunan, insan kaçakçılığı yapılan milletvekilleri hatta ordu mensupları bile haber oldu güzel Türkiye’mizde.
Diyanet İşleri Başkanı bir taraftan “İsrail malları alınmasın” diye talkın veriyor ama gazetelerden okuyoruz ki, damadı İsrail kaynaklı iki ayrı ürünün Türkiye temsilciliğini yapıyormuş. Hani “beterin de beteri varmış” denir ya, meğer çok ama çok hassas kurumlarımızın dijital ya da siber güvenlikleri de İsrail merkezli bir şirkete emanet imiş. Bunları biz iddia etmiyoruz; hepsi yazıldı, söylendi. Devlet yetkililerimiz, “İsrail’le ticaretin bittiğini” kesin bir dille açıklamışlardı değil mi? Evet! Evet de ihracat hareketlerini takibe alan gazeteci Metin Cihan, özellikle “Filistin’e gidiyormuş” gibi hareket eden ihraç mallarının aslında İsrail’e ait olduğuna dair belgeleri yayınlayıverdi. Zaten o işte bir “bit yeniği” ya da bir “sır” olduğu hep söyleniyordu. Mantıken düşünüldüğünde de Filistin’in o kadar malı, çeliği alacak ne parası ne de işleyecek imkânı vardı, öyle değil mi?
Kısacası nereden bakarsak bakalım dökülüyoruz. Gerçekten bir güven bunalımı içindeyiz. Yazıma “Neler Oluyor, Nereye Gidiyoruz” başlığını koymuştum ya; doğrusu bu sorunun cevabını bilemiyorum. “Bindik bir alamete, gidiyoruz Kıyamete” denilebilir ama milletimizi alametten indirip selamete çıkaracak sağ duyunun hâkim olacağı günlerin ümidini de taşımak zorundayız.