“Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmran, 185)
İnsanlık düşünce tarihini en çok meşgul eden dört soru var soru var:
“Ben kimim?, Nerden geldim?, Niçin geldim?, Nereye gidiyorum?”
İnsan bu sorulara aklını, mantığını ikna edecek cevaplar bulursa bu dünyada huzur içinde yaşar.
Geldik ve gidiyoruz. Ölüm denen bir kapı bizleri bekliyor. Oraya gitmemek kimsenin iradesinde değil. Ayetin ifadesiyle “Her canlı ölümü tadıyor.” Bu açıdan hayatın en büyük gerçeği ölümdür dersek mübalağa etmemiş oluruz. Zaten hayatın var olması ölümü de gerekli kılıyor.
“Allah, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
Ölümü ve hayatı yaratan Allah (cc) bu iki mühim gerçeği idrak etmesi içinde insana akıl denilen bir latife vermiş. Hakkıyla çalıştırıldığında aklın ilk bulacağı ilk cevap hayatın ve ölümün mahiyeti olacaktır.
Peki, insan olarak bizler ölümsüz iki gerçek olan hayatın ve ölümün mahiyetini biliyor muyuz?
Ölüm ötesi hayatta bizleri neyin beklediğinden haberimiz var mı?
Zahirine bakıldığında ölüm alabildiğine ürkütücüdür. İnsanın sevdiği her şeyden ayrılması kolay değildir. İnsanın bütün sevdiklerinden ayrılması nasıl ürkütücü olmasın?
Ölüme, ruhun bedeni terk etmesi ya da insanın bu dünyadan ayrılması olarak baktığımızda alabildiğine ürkütücü görünür.
Peki, bu ürkütücü hâdisenin, ölümün çaresi yok mu?
Meseleye iman gözüyle bakmasını bilmeyen felsefî ve beşeri ideolojiler için ölümün çaresi yok. Ölüm onlar için bir yok oluş, bitiş, tükeniş, dağılma, inhiraf, inkıraz!
Ya inanan insan için nedir ölüm? İnanan insan ölüme çare bulmuş mudur?
Bu soruya evet diyebilmek için elbette Allah’(cc)ın Kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’e bakmak gerekir.
Evet, Kur’an’a baktığımızda ölümün çaresinin daha ilk insan ve ilk resul olan Hz. Âdem (as) ile ilân edildiğini görüyoruz.
Bu çare, hayata, ölüme ve ölüm sonrasına iman nazarıyla bakmaktadır.
İman insana uzun bir yolculuğa çıkmış yolcu nazarıyla bakar. İnsan bir yolcudur. Allah’ın ilminden ruhlar âlemine, ruhlar âleminden anne karnına, anne karnından çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan ölüm ve kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Bütün bu hayatlarda kendisine lâzım olacak olanlar, Malikü’l-Mülk olan Allah (cc) tarafından kendisine verilmiştir. Fakat insan o verilen malzemeleri ya cahilliğinden ya da gafletten dolayı tamamen bu fani hayata sarf ediyor. Hâlbuki kendisine verilen malzemelerin en az onda birini dünyevî hayata, dokuzunu ise baki hayata sarf etmesi gerektir.
“De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz, O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 8)
Ölümden kaçış yoktur ve şimdiye kadar kimse kaçamamıştır. Bu da bundan sonra da kimsenin kaçamayacağını açık biçimde göstermektedir. O halde insana düşen ölümden kaçmak yerine onun mahiyetini anlayarak rahata kavuşmaktır.
Kalbini ve kafasını tevhit inancıyla dolduran bir insan için ölüm bir bitiş değil başlangıç, yok oluş değil gerçek vatana kavuşmadır. Sevdiklerinden ayrılış değil, önden giden sevgililere kavuşmadır. İman nuru ile bakan insan ölümü gerçek âlem olan ahiretin kapısı olarak görür. İman nazarıyla bakıldığında dünya ise, bütün şaşaasıyla, ahirete nispeten bir zindan hükmünde kalır
Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde ölüme giden binlerce insan cenazeleriyle “ Ölüm Haktır” hükmünü ispat ediyor ve insanların nazarına gösteriyorlar. Bütün insanlar bir araya gelse ölümü öldürebilmeleri mümkün müdür? Madem ölümü öldürmek mümkün değildir. O halde ölüme hazırlıklı olmak gerekir.
Ölüm insana Allah (cc) dedirtir. Ölüm anında “Allah Allah” yerine; hangi top, hangi tüfek, hangi dünyevî mal ve mülk yaşanan sıkıntıları giderebilir? Ölüm gelirken düşülen ümitsizliği kim mutlak bir ümide çevirebilir?
Madem ölüm var, kabre girilecek; bu geçici hayat gidiyor, ebedi bir hayat geliyor. Bir defa dünya malı için çalışılırsa; bin defa hatta milyon defa ahiret için çalışmak ve ölürken Allah diyebilmek gerekmez mi?
İnsan iman nuruyla ölüme baktığında zahiri olarak görünen o ürkütücülük yerini derin bir teslimiyete bırakıyor ve ölümün mahiyeti de değişiyor.
Niyet ve nazar eşyanın mahiyetini değiştiriyor. Ölüme bakış açısı da onun ürkütücü mahiyetini değiştirir ve insana şöyle bir bakış açısı kazandırır:
“Ölüm, zahiri olarak ürkütücü görünse de hakikati öyle değildir. Gerçek âlem olan ahiretin giriş kapısıdır. İman edenler için külfetli bu dünyadaki vazifelerden ve sorumluluklardan kurtulma noktasıdır. Kendisini yaratan Rabbine kavuşmaktır. Ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir başlangıcı nazarıyla bakmak gerektir. İman ehli için ölüm, rahmet kapısıdır. Dalalet ehli için, ebedi bir karanlıklar kuyusudur.”
İnanan insan ölümün bu yüzünü gördüğünde, “Ölümü öldüren Rabbe secdeler olsun.” diyebilir.
Evet, ilk insan ve ilk Resul olan Hz. Âdem (as) ile ölümün mahiyeti değişmiş ve inanlar için ürkütücü olmaktan çıkmıştır. Ölümün çaresi hayatın ve ölümün mahiyetine iman nazarıyla bakmaktır.
Ölümden asla kaçış yoktur. Şimdiye kadar da kimse kaçamamıştır. Öyleyse kaçışı mümkün olmayan bu hayatın en büyük gerçeğinin mahiyetini bilerek ona hazırlanmalı değil miyiz?
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak Kıyamet Günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim Cehennemden uzaklaştırılıp Cennet’e konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir…” (Al-i İmran, 185)
Ölüm hayattan daha büyük bir gerçek:
“Biz Allah’ın kullarıyız ve ona döneceğiz.” (Bakara 156)
Sırası ve vakti gelen için ne bir dakika ileri, ne bir dakika geri kalmak mümkün değil…
İnanan insan için hiçbir şey tesadüf değildir. Her şey, hatta yere düşen bir yaprak dahi sınırsız ilim, nihayetsiz kudret sahibi Basir (Her şeyi gören) ve Sem’i (Her şeyi işiten) Allah (cc) tarafından yaratılır. Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “ol” der, o da aldığı emri hızla yerine getirerek oluverir. Hayat O’nun “Hay” isminden geldiği gibi ölüm dahi “Mümit” isminin bir eseridir. “Yani, hayatı verdiği gibi ölümü veren de O’dur.”
Hayatı verene teşekkür eden inanan insan, gerçek yurdun kapısı manasına gelen ölümü verene de teşekkür eder.
Kur’an birçok ayetiyle inanan insana ölümün tıpkı hayat gibi bir nimet olduğunu beyan eder. İman insana ölümün gerçek mahiyetini gösterir ve mana olarak şöyle der:
“Ey insan! Ölümden korkma. Çünkü ölüm seni bu fani hayattan alarak ebedi bir âleme götürür. Ölüm; idam, hiçlik, yokluk, ebedi ayrılık ve tesadüf değildir. Ölüm her türlü fiilin faili Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından gerçekleştirilen bir mekân değiştirmedir. Ebedi saadet tarafına doğru bir yolculuktur. Senden önce giden dostlarının, sevdiklerinin toplandığı yer olan Berzah âlemine açılan kapıdır. Onun için ölüm denilen gerçekle yüz yüze geldiğiniz vakit feryat edip ümitsizliğe düşmeyiniz. Çünkü sizin zerre kadar iyiliğiniz de kötülüğünüz de yazılıp, muhafaza ediliyor. Bu dünyadaki imtihanınız bitti, çektiğiniz zahmetiniz sona erdi. Ölüm ötesi hayat inanan insanlar için rahata ve rahmete kavuşma yeridir.”
Büyük şair Allâme İkbal’in ölüm hakkında söyledikleri de muhteşemdir:
“İnanan için ölüm yoktur. Ölüm dünyadan ahirete doğma vaktidir. Ölüm dediğimiz hadise mekân değiştirmek ise, biz buradaki ölümümüzle dördüncü mekânımızı değiştiriyoruz. Zira Allah’(cc)ın ilminden Kudretin tecellisi ile önce ruhlar âlemine, oradan anne karnına, oradan dünyaya doğduk. Sonunda da dünyadan ahirete doğuyoruz.”
Ölüm mekân değiştirme ve doğum ise, niçin korkalım ki?
Ölüme gerçek âlemin kapısı olarak bakan için en güzelini büyük şair Necip Fazıl demiş:
“Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber.”
Evet, ölüm hiç güzel olmasaydı, Resulullah (sav) ölüm denilen o kapıdan geçer miydi?
Resul de olsa ölümsüz değildir. Ayet bize bu muhteşem hakikati çok açık biçimde tebliğ ediyor:
“Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?” (Enbiya, 34)
“Ecel takdir edilmiştir, zamanı değişmez.” Zamanı gelince ne bir dakika ileri ne bir dakika geri kalmak kimsenin elinde değil. O zaman bize düşen, Rabbimizin emanet olarak verdiği bu hayatı, O’nun yolunda harcamak, nihayetlendirirken de O’nun yolunda harcamasını bilmektir. Allah (cc) yolunda ölmek ise ölümlerin en güzeli olan şehitliği kuşanmaktır. Zaten şehitliği kuşananlar için ölümün olmadığını, şehidin ölümsüzlük kazandığını ayet bize haber vermiyor mu?
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler etmeyiniz. Zira onlar diridirler ve Rableri katından rızıklanırlar.”
Şair ne güzel demiş:
“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm;
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?”
Ölüm, inanan insanlar için bir nasihattir. “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok çok zikrediniz.” diyen Resulullah (sav) ölümden ibret almamız gerektiğini bizlere öğüt verir.
Baştan beri zikrettiğimiz hakikatler ışığında baktığımızda ölüm inanan insan için bir mekân değiştirmeden başka değer ifade etmez. Bunun için ölüme mertçe bakmasını bilenler bu dünyada da şerefle yaşamasını bilenler arasından çıkmaktadır.
Ölüm aynı zamanda insanlık için büyük bir nimettir. Çünkü ölüm, ebedi saadetin başlangıcı olduğu için nimet sayılır. Nimetin başlangıcı da nimettir. Ölüm, zararlı ve yırtıcı hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Bunun için ruh, ceset kafesinden çıkarsa kurtuluşa erer. Eğer ölüm olmasaydı, yeryüzü insanları kaldıramazdı ve insanlar müthiş perişanlıklara maruz kalırdı.
Evet, her gün çevremizde gördüğümüz gibi ihtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, hayat yükünü kaldırmaya gücü yetmediklerinden daima ölümlerinin bir an önce gelmesini isterler. Sadece bu bile ölümün ne büyük bir nimet olduğunu gözler önüne sermeye yeter.
Aklı başında olan insan, ne dünya işlerinden kazandığına sevinir ve ne de kaybettiği şeye üzülür. Zira dünya durmuyor yaratıldığından beri hiç durmuyor. Her gün inmesi gereken yolcularını boşaltıp yenilerini alıyor. Bütün insanlar da bu dünya bineğinin yolcusudur ve durakları geldiğinde onlar da inecektir. İnsanın baki ömründeki göreceği rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde çalışmalarına bağlıdır.
İnsana nasihat edici olarak neredeyse her gün karşılaştığımız ölüm yeter. Her canlının eceli bellidir. Vakti gelince ne bir dakika ileri ne bir dakika geri kalır.
“Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur.” (İsra, 99)
“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize geleceksiniz.” Enbiya, 35)
Not: Ölüm hayatımızın merkezinde kol geziyor.Son bir ay içinde sevdiğim üç insanı gerçek âleme yolcu ettik. 1980 öncesi Maltepe askeri cezaevinde hapis arkadaşım olan Kazım Ayaydın ile ölümünden bir hafta önce Bursa gezisinde beraberdik. Yine çok sevdiğim arkadaşım, adam gibi adam Of’lu Necmettin Sarıcalıoğlu’nun ani ölümü ile sarsıldık. Ardından bana göre ülkemizin yetiştirdiği en büyük âlimlerden, sosyologlarından biri olan ve sohbetlerinden, kitaplarından çok yararlandığım Orhan Türkdoğan aramızdan ayrıldı. 1997 yılında “Niçin Milletleşme” isimli kitabına yazdığım uzun eleştiri yazısına bir âlim tavrıyla cevap vermiş ve bu tartışmamız Kitap Dergisinde yayınlanmıştı. Rabbim hepsinin mekânını cennet eylesin. İyi insanlardı. Dünya kaybetti, ahiret kazandı.