POLİTİKA ÖTESİ BİR ANALİZ
Şair der ki “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın”. Basit, asimetrik sinerji doğuran bir dilin dünya görüşüne kapı aralayan şuh ifadesi... Özde kendini “düşmanla” ifade etmek, bir bakıma başkalaşma anlamını doğuruyor. Güç, zaaf, derinlik ve mücadelenin metodu elbette husumet algısıyla daha belirgindir. İddia sahibi bir misyonun sağlam argümanla yola çıkma işi, haddi zatında mental derinlik ve aksiyon gücü ister. Değerler manzumesine atfedilen her neyse, muhakkak kendinizden yahut kendisi gibi olmak istediğinizden mülhem bir semboller dizgesine varmakla kabildir. Din, inanç, öğreti, sağ, sol farketmeksizin beşeriyete nasp edilmiş her dünya görüşü ile inamın bir manifestosu var. Dogma budur; fakat dogmasız dram olmaz; dolayısıyla tarih ve beşeriyet de olmaz.
Dünya fizik yasalarıyla, insanlar ise çıkar yasalarıyla idare olunuyor. Çıkar yasaları bireysel ve toplumsal manada zımnen kabul edilen, ahlaki kaygıları naif ve fakat müsamahası kabul gören bir paradigma halinde. Çıkar paradigması öğretisini, kendini yani ideolojisini ekonomide buluyor. Üretim, tüketim, pazar, piyasa her nevi ekonomiye has kavramlar bütün dinleri ve ideolojileri işgal etmiş durumda. Bu öyle bir işgal ki yerkürede yaşayan herkesin benliğini, ruhunu sarmış vaziyettedir. Weber ve Adam Simith’le dünyayı fetheden kapitalizm Hristiyan batınını İsa’dan sonra bulduğu kutsal ruh... Komünizm başlı başına bir tepkiden ibaret ve mekanik yasaları insana formlayan haliyle moral evreni göremeyen ekonomik körlük; fakat koca bir gövde. Ama gel gör ki bu ideolojiler son 150 yılın dünyasını şekillendiren iki güç... Batı ve her nevi emperyalizm bu iki kara-kızıl güce yaslanarak yeni medeniyet sorununun faili durumundadır. Doğunun inanç vahası kör ideolojilerin sirayetiyle bedevi, Ortodoks bir kan imbiğinde dökülerek kaynamaktadır. Pekala biz bu sorunun (mağduru olarak) neresindeyiz.. önce düşünmek, sonra cevabını bulmak çetin mesele!
Kapitalizm ve Komünizm (kendi) insan iradesinin söz söyleme hakkını gasp ediyor, doğa ve erdem hızla eriyip tükeniyor. Batı her yönüyle emperyalizmin ta kendisi ve bizlerin kaderinde asimetrik bir parça… Onlarla boğuşmak yazgımızdadır.. biz Türkler’de, bu kaderden hissemize düşeni aldık. Yenile yenile çaremizi onlarda gördük; kendimizi neredeyse 250 yıldır onlar gibi ifade etmek mecburiyetinde hissediyoruz ve bütün öğretilerimizi, kadim referanslarımızı unutmuş halde (savaşı) kazanacağımızı ummaktayız. Dünya onlar ve bizler arası cennet ve cehennem gibi ayrılmıştır. Sokrat, Platon, Hegel, Spinoza, Berkeley ve Marks bir tarafta.. bizdeyse unutulmuş derin bir tarih; referans kaosu yaşıyoruz . Batı 2 bin yıllık tarihini kesintisiz şekilde deveran etmeye çalışıyor. Kendi dünyalarının cennet ve cehennem çizgisini belirleme uğraşı verirlerken onlar için yok hükmünde olanlarsa bizleriz…
Fransız yazar Charles de Remusat’ın can alıcı bir tespitini aktarmalıyım. Milli hafızamıza ve geri dönüşün altın şafağına ihtiyaç duyuyoruz.
“Kendi yazgısı içinde (olaylar) eğer bir halkın onları (kendi) tarih kaydında bulmadığı ya da nasıl bulacağını bilmediği şekilde cereyan etmişse.. eğer yaşadığı tarihin hiçbir çağı ardında iyi bir milli anı bırakmamışsa; daha sonra herhangi biri bütün ahlaki değerleri ve bütün arkeolojiyi seferber edebilse dahi, o halka ne yoksun olduğu güveni ne de bu güveni zamanla aşılayabilecek davranışları bahşedebilecektir.”
Türk “özgür” dünyasını kaybetmiştir. Geçmişteki gibi olmayı düşünmek dahi bugün bize ait olan, maalesef tahammül edilmesi bile korkunç gerçekliğimizdir. Bütün iddia, misyon ve aşkın varoluşumuz gerçekleştirmek için bir iktidarın himmetine muhtaç isek zavallıyız! Kendi geçmişimizden koparılmış, hareketsiz bırakılmış kalabalıklarız. Ne yazık, farkına varmadan geleceği ipoteklenmiş bir coğrafyada başkalarının kölesi olarak yaşamaya devam edeceğiz.
Asil gelenekler ve asli gereklilikler oysaki tek çıkar yoldu. 3 asır boyunca donan aklımız ve kanımız ne zaman kendine gelecek? Ötüken’den Mekke çöllerine kadar varan hikayemizin anlaşılır bir dille yazılıp anlatılması tek çıkar yol. Gericiliğin ve tutuculuğun retoriğine düşmeden yapmamız gereken bir ödev var. Binlerce yıllık hikayemizin sayfalarında Yesevi, Maturidi, Bilge Kağan, Mustafa Kemal ve daha yüzlercesi kalın çizgilerle nakşedilmek zorunda. Bu işler şu an ne sağ kafanın ne muhafazakâr politikacı ikiyüzlülerin yapacaklarıdır. Türkiye’de solun içler acısı halinin değişmeyeceğini varsayarak, onları dikkate dahi almadan demek istiyorum: “Türk intelijansiyasını var etmek zorundayız.”
Umutsuzluk-kötü durum argümanlarıyla yola çıkmak istemem; fakat gerçekleri acıtıcı da olsa görmek zorundayız. Siyaset bilimci Albert Hırschman, (Fracasomania) başarısızlık kompleksinden bahseder. Anlamı şudur: Ulusun sorunlarının çözümü için yapılan tüm girişimlerin eninde sonunda başarısızlığa uğrayacağı inancı. Bu vetireden geçen ulusların gözlemlenen hatasını aktarır. Reforme edilen düzeni yıkarak yeniden düzen ihya etme çabasında her şeyi kaybetmek... Bugün Türk Milleti teyakkuz halinde, uyanık kalmalıdır. Cumhuriyet gerçeğini ve tarihsel zorunluluktan doğan kurumsal kimliğini tanımamak, reddiye geliştirmek içimizde besleyip semirttiğimiz en büyük felakettir. Tutuculuğun ve gericiliğin yıkıcı dili maalesef İslam gibi muazzez bir dinin “anlam boşluğunu” ikame etmekle kendini gösteriyor. 1000 yılda İslam dininden ziyade Arap dili ve kültürüyle başkalaşan yaşam felsefemizi kaybettiğimiz noktada bulmak Türk aydınının marifetindedir.
Dünyamızı kaybettik; yeniden bulmak adına bir merkez tayin ederek o merkez etrafında sınırlarımızı çizmeliyiz. Müphem, kaotik ve aculturel yükleri aklımızdan ve ritüel alışkınlarımızdan çıkaracak aydın kararlılığı ne kadar elzem. Referanslar a’dan z’ye Türk kültür ve medeniyet havzasının içinden damıtılarak günümüze yeniden anlam verecektir. İşte Türk Milliyetçiliği dünya görüşü aşkın misyonun gerçek taşıyıcısı, kaldıracı hükmündedir; bilelim!