Çin’de ve başka ülkelerde daha önce başlayan virüs tehdidi resmi açıklamalara göre bize Mart 2020’de uğramış ve önce şaka gibi gelmişti. Öyle ki, televizyonlara çıkan bilim adamlarından “Türkler üzerinde etkisi olmayacak”, “Kelle paça yiyerek önlenir”, “Hijyen için elleri sabunla yıkamaya, dezenfektan kullanmaya gerek yok; çeşme suları zaten klorlu” diyenleri hatırlıyorum. Hatta Cumhurbaşkanı bile “Dut pekmezi yiyerek korunduğunu” söylemiş, “Koskoca Cumhurbaşkanı’nın bir bildiği vardır” diyenler marketlere hücum edince de dut pekmezi satışları patlamıştı.
Ancak geçen zaman içerisinde kazın ayağının hiç de öyle olmadığı anlaşıldı. Oluşturulan Bilim Kurulu’nun üyeleri devamlı açıklamalar yapıyor, Sağlık Bakanı düzenli olarak yaptığı basın toplantılarında kendine has üslubu ile güven veriyor, sorulan sorulara aydınlatıcı cevaplar alınıyordu. Öyle olunca da haklı bir sempati toplamış, inanılırlık ve güvenilirlikte ön sıralara çıkmıştı.
Ne var ki alınan tedbirler, uygulanan kısıtlamalar tıpkı terör meselesinde ortaya atılıp fiyasko ile sonuçlanan “Çözüm Süreci” misali ilan edilen “Yeni Normal” döneminde sonuçsuz kalınca ipin ucu bir kaçırıldı ki tutabilene aşk olsun!
Önceden uygulamaya konan kısıtlamalar bir bir kaldırılıyor ve millet gevşedikçe gevşiyordu. Yakınlarından, komşularından, meşhurlardan virüse kurban gidenler bile “Bana/Bize bir şey olmaz” mantığını alt edemedi. Karar vericiler, insanların bu vurdumduymazlığı ortada iken adeta bile bile lades dediler ve Kurban Bayramı günlerine bir kısıtlama getirmediler. AVM açılışları, düğünler, plajlar, yurt dışı gelişler derken virüsün sevdiği her ortam bir güzel hazırlandı. Arada bir uygulanmaya kalkılan pansuman tedbirler artık kâr etmiyordu. Yaşananları hep birlikte gördük, görmeye devam ediyoruz. Onun için detaylandırmaya gerek yok.
Tehlike giderek büyümeye başlayınca düğünler konusunda peş peşe düzenlemeler yapıldı, mesai saatlerinde değişikliklere gidildi, toplantılar yasaklandı hatta ve hatta Türk Milleti’nin 30 Ağustos Zafer Bayramı törenleri bile sembolik olarak yapılabildi. Tabii, bu süreç içerisinde adeta “şamar oğlanı” durumuna düşürülen 65 yaş üstü vatandaşlar yine “unutulmadı!”
Ancak ne var ki bu yasaklardan, düzenlemelerden, kısıtlamalardan etkilenmeyenler, kaş yapayım derken göz çıkaranlar, millete talkın verelim derken salkım yutanlar, öğüt verelim derken söğüt kıranlar vardı. Önce gerilerden başlayalım:
Türkiye’de işin ciddiyetinin henüz anlaşılamadığı günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Şubat – Mart 2020 umrecileri ile ilgili radikal bir karar alması, gitmiş olanları apar topar geri getirmesi gerekiyordu, yapmadı. Ateş bacayı sardıktan sonra dönen umrecilerden bir bölümü çeşitli illerde karantinaya alındılar ve aralarında pozitif olanlar vardı. Öyle ki, mesela o tarihe kadar Korona ile tanışmamış olan Isparta ilimiz, orada karantinaya alınan umreciler yüzünden vaka sayısı bakımından ilk beş il arasına girivermişti.
O sıralarda Suudi Arabistan Kâbe’ye giriş çıkışları yasaklamış, Kuveyt bile ezanda düzenleme yaparak “Hayyaalesselah/Haydin namaza” yerine “Esselatü buyutikum/Namaz evde, namazınızı evde kılınız” diye okumuşlardı. Bizimkiler ise hâlâ uyanmamışlardı ve camilerde cemaatin dolup taştığı Cuma namazlarına bile düzenleme getirilmemişti.
Nihayet 13 Mart 2020 Cuma günü için hazırlanan Hutbede bu konu ele alınıyor ve camilere toplanan kalabalıklara “Kalabalık yerlerden uzak durunuz/ (Ne işiniz var burada, hadi gidiniz)” deniyor; hutbeyi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bitişiğinde bulunan Ahmet Hamdi Akseki Camii’nde bizzat Diyanet İşleri Başkanı kendisi okuyordu! Ondan sonra camiler bir süre kapalı kaldı ve “Yeni Normal” adı verilen disiplinsizliğin başlangıcı ile birlikte camiler yeniden açıldı. Çok nadir de olsa bazı adap bilmezlerin bozgunculuklarına rağmen yaz günlerinin rahatlığı ile camilerde saf düzenlerinde mesafe kurallarına uyuluyor olması sevindirici. Ancak kış geliyor ve cami avlularında namaz kılma imkânı kalmayacağı için içeride sıkışmalar ve tartışmalar başlayacak. Onun için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yeni bir düzenleme yapması gerekiyor. Salgının seyrine göre camilerin yeniden kapatılması düşünülmezse teklifim şudur:
Hutbeler kısa ve öz olmalı, “Zuhru ahir” ve “Vaktin sünneti” gibi sonradan icat edilen ve hatta bid’at olarak nitelendirilen nafilelerin kılınması beklenmeden dua ile bitirilmelidir. Moğolistan ve Almanya’da Cuma Namazı kılmak nasip olduğu için biliyorum ki Diyanet’in yurt dışında bulunan camilerinde zaten böyle bir uygulama var. Oralarda olup Türkiye’de olmamasının mantığını da anlamış değilim. Yoksa hurafecilikte, bid’atçilikte mesafe tanımayan ve dinimize verdikleri zarar ayyuka çıkan yapılanmalardan mı çekiniliyor?
İbadet faslından siyaset sahasına geçecek olursak…
Siyasi irade kısa bir süre önce “Hele yanındaki Sultan Ahmet Camii’ni doldurun da sıra Ayasofya’ya gelsin. Bunun çok sakıncaları var. Bu oyuna gelmeyelim” deyip dururken herhalde “Dün dündür bugün bugündür” mantığını işleterek bir anda Ayasofya’nın açılmasına karar verdi ve tarih olarak da 24 Temmuz 2020 Cuma gününde karar kılındı. İyi, güzel de; salgın dolayısıyla bazı kısıtlamalar var, 65 yaş üstüne seyahat yasağı var, toplu olarak bulunmanın sakıncaları sayılmakla bitmiyor vs. Ama olsun; karar verildi, Ayasofya açılacak! Nitekim yurt içinden ve dışından “Ayasofya açılış turları” düzenlendi, ilanlar verildi, hatta Ankara’daki AKP’li ilçe belediyeleri açılış için “Payitahta 1453 kişi” kampanyası düzenleyip insan taşıdılar. Yaş sınırlaması, kontrolü bile unutuldu ve bizzat Cumhurbaşkanı’nın verdiği rakama göre orada 350 bin kişi toplandı. Salgının başından beri yaptığı ikna edici, inandırıcı, samimi, içten açıklamaları ile milletimizin sempatisini kazanan Sağlık Bakanı acaba bu konuda bir ikazda bulunmuş mu idi? Bu bir.
Malazgirt, ah Malazgirt… Ahlat, ah Ahlat! Türk tarihinin yüz akı, dönüm noktası yerler, kutlu beldeler: “Aylardan Ağustos, günlerden Cuma/Gün doğmadan iklim-i Rum’a/Bozkurtlar ordusu geçti hücuma…” Destan şairimiz rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun bu şiirini az mı okumuş, okurken az mı heyecanlanmıştık? Ama gelin görün ki, Türkiyemizin adeta tapusunun yenilenmesini sağlayan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda toplu törenlere kısıtlama getirilirken 25 ve 26 Ağustos’ta o kutlu beldelerde toplu törenler, kutlamalar yapılıyordu. Salgın dolayısıyla 30 Ağustos törenlerine getirilen kısıtlama normal karşılanmıştı da acaba 26 Ağustos nasıl unutulmuştu? Sağlık Bakanımız bu konuda niye sessiz kalmıştı? Bu iki.
Ağustos ayı Türk Milleti’nin zaferler ayı idi ama felaketler de getiriyordu işte. Giresun ve çevresinde meydana gelen sel felaketi hepimizi derinden yaraladı. Dere yataklarına yapılan binalara izin veren devletin kurumları idi ama yaraları sarması, dertlere derman olması gereken de yine devletimizdi. Sayın Cumhurbaşkanı oralarda incelemelerde bulunduktan sonra adeta bir miting düzenledi ve üstüne üstlük konuşma yaptığı otobüsün üzerinden bir de çay paketleri atıldığı için kargaşaya kargaşa eklendi. Sosyal mesafe, hijyen hak getire, maskeler fora! Sayın Sağlık Bakanı bu konuda bir tavır koymuş mu idi onu da bilmiyoruz. Bu üç.
Ve 100 Bin Üye Töreni! İstanbul’da Cumhurbaşkanı’nın da katılımı ile AKP’ye yeni kayıt olduğu söylenen yüz bin üye için toplu tören düzenlendi. Sağlık Bakanımız acaba bu işin sakıncaları konusunda uyarılarda bulunarak, “Efendim biz millete bu kadar dil döküyoruz. Şu işi milleti toplamadan yapsak olmaz mı” demiş midir, demiş ise ne cevap verilmişltir gerçekten bilmiyorum. Bu dört.
Şunlar da beş, altı ve devamı yerine olsun:
Sağlık Bakanı en son 16 Eylül 2020 Çarşamba günü, Bilim Kurulu toplantısından sonra alışılagelen basın toplantılarından birini daha yaptı ve yine o kendine has üslubu ile anlattı da anlattı, kurallara uymayanlar için sitemlerini gönderdi de gönderdi…
Bakan, salgın adeta tavan yapmış durumda iken “İşin sonuna geldik” diyerek ümit vermekten de geri kalmadı. Ümitvar olmak elbette iyidir, güzeldir, devletin görevlerinden biri de budur. Ancak, salgının yayılması konusunda gerekçeleri sıralarken vatandaşlarımızın dikkatsizliklerinden, kurallara uyulmamasından, bayram hareketliliğinden ve düğünlerden bahsetti. Haklıdır, millet olarak hepimiz suçluyuz. Ancak Sayın Bakan nedense hassas konulara girmiyor, giremiyor. Mesela beklerdim ki, “Düğünlere bir saat sınırlaması getirilmişken AKP Kocaeli Milletvekili’nin oğlu için 1500 kişilik, yine Mersin İl Sağlık Müdürümüzün de bilmem kaç kişilik yemekli düğün töreni düzenlemeleri yanlıştı. Onların doğru olmadığını da söyledim, ikaz ettim ama beni dinlemediler. Üstelik düğünlere getirilen kısıtlamaların alındığı kararın altında İl Sağlık Müdürümüzün de imzası var. Dolayısı ile kendi imzasına rağmen bu işi yaptığı için de onu görevden aldım. Zira koyduğumuz kurallara önce kendimiz uymalıyız ki milletimize söz söylemeye hakkımız olsun” demeli idi, diyebilmeliydi; demedi.
İşte bütün bu olup bitenler karşısında Sayın Bakan’ın baştan beri gece gündüz demeden yaptığı iyi niyetli çalışmalara rağmen iş kontrolden çıkma noktasına geldiği için kendisine duyulan güvenin sarsılmaya doğru gitmesinden dolayı üzülüyor ve acıyorum. Bir, iki, üç, dört, beş, altı diye sıraladığım maddelerde belirttiğim hususlar karşısında tavır koyamadığı ve belki de çaresiz kaldığı için de doğrusu “kızıyorum!” Çünkü salgınla mücadele edilecekse, “Vur abalıya” kabilinden yalnızca kural tanımayan insanlara yüklenmek doğru değildir. Atalarımız “İğneyi başkasına, çuvaldızı kendine batır” diye ne güzel söylemişler. Yetkili mevkilerde oturanlar her hareketleri ile örnek olacaklar ve bu konuda yapıldığı gibi millete “Kalabalıklardan uzak durun” diye buyruk verip sonra da kalabalıkları çağırarak toplantı, tören, düğün, yemek düzenlemeyecekler.
Unutulmasın ki, topyekûn yapılmayan hiçbir mücadele başarıya ulaşamaz.