Bugün 15 Temmuz darbesinin 8. yıl dönümü. Her yıl olduğu gibi kutlamalar, nutuklar atılarak kahramanlık hikayeleri anlatılarak darbe ile ilgili tepkiler canlı tutulacak.

Darbelere karşı olmak demokrasinin ve millet iradesine sahip çıkmanın bir gereğidir.

Ancak 15 Temmuz anmaları veya kutlamalarının böyle bir amacı yok. Tek hedef:Erdoğan'ın kişisel iktidarını haklılaştırarak biraz daha güçlendirmek.

Bunun için öyle kahramanlık hikayeleri uyduruluyor ki, darbenin kedisi bile inandırıcılığını yitiriyor. Oysa ortada kahraman bir yönetim veya siyasi kadro yok.

Darbe boyunca Erdoğan ortada yoktu, nerede gizlendiği hala tam olarak bilinmiyor, Binali Yıldırım ise bir köprü altına saklanmıştı. Bu kahramanlıksa  diyecek bir şey yok.

Daha ilginci Prof Dr. Mazhar Bağlının anlattıklarıydı: Bağlı; "alçaktan uçan uçaklara kafa atan birçok vatandaşımız şehit oldu" demişti. Bir bilim adamının böyle bir laf etmesi insanı güldürmez, bilim adamlığının düştüğü durum yüzünden ağlatır, ağlatmalıdır.

15 Temmuz'da kahraman olan halk ve mecliste kalan birkaç milletvekiliydi, halk sokağa çıktı ve darbe defterini ilelebet kapattı.

Darbe karşıtlığını göstermenin  yolu, demokrasiyi güçlendirecek adımlar atmaktır.

15 Temmuz ise hep -darbe ile alakası olsun olmasın- tüm olumsuzluklara karşı tepkileri FETÖ'ye yönlendirmek, her türlü antidemokratik düzenlemeye meşruiyet kazandırmak için kullanıldı. FETÖ, Erdoğan'ı hedefine götüren binek oldu. Darbeden kaçarken ülke adeta başka bir darbeye maruz kaldı,15 Temmuz'a karşı kanını canını sebil ederek kazandığı her şeyi teker teker kaybetti.

15 Temmuz'un daha aydınlanmayan birçok karanlık noktası var. İlk hesap vermesi gereken MİT başkanı ile Genelkurmay başkanı Meclis Darbe Komisyonunda ifadeye bile çağrılamadı. Darbenin finansörünün BAE  olduğu ilan edildi, ama aynı BAE ile ilişkiler geliştirildi, karşılıklı ziyaretler yapıldı.

Arkasında ABD var denildi, kimse "BOP Eş başkanının başında olduğu bir hükümete ABD niçin operasyon yapsın?" diye sormadı. Cevap bekleyen o kadar soru var ki, lafı uzatmaya gerek yok,   tam 3 sene önce şunları yazmıştım, hala da aynı noktadayım.

" 15 Temmuz darbesinin üzerinden beş yıl geçti. Hala bu tip kalkışmaların nedenleri üzerinde kafa yoracağımıza lanetlemelerle, yuhalamalarla vakit geçiriyoruz.
 

Bir darbe bir günde planlanmaz, onun mutlaka bir hazırlık evresinin olması gerekir. Bu bazen birkaç ay, bazen birkaç yıldır. İstihbaratı güçlü bir devlet bu tip kalkışmaları daha hazırlık aşamasındayken bastırır, kuvveden fiile çıkmasına izin vermez.
Bunu yapamamışsa o ülkenin istihbarat organları görevini yapamamış demektir.
Bu birinci derstir.

İkincisi, din kisvesi giymiş bir yapının nasıl bu kadar güçlendiğini, devletleşme aşamasına gelirken niçin engellenemediğinin sorgulanmasıdır. Kurumları güçlü, yasaları yeterli olan ülkelerde anti demokratik oluşumlar kolay kolay sızacak boşluk bulamazlar. Bir ülkede kurumlar zayıflatılmış, yasal boşluklar oluşturulmuşsa bu aralıklardan devleti ele geçirmek isteyen yapılar hiçbir denetim engeline takılmadan sızarlar. Öyle de olmuştur. Güçlü demokrasi ve kurumlara sahip ülkelerin hiçbirinde rejimi tehdit edecek kalkışmalar olmamıştır. Zayıf kurumlara sahip ülkeler ise, darbe tehditleri ve sık sık kalkışmalarla karşı karşıya kalmaktan kurtulamamışlardır.
 

Üçüncü bir ders, siyaset ile din kisveli kurumlar arasındaki sakat ilişkidir. Siyasi destek sağlamak uğruna bu yapılarla kurulan ilişki, oy karşılığı siyasette pozisyon, ekonomiden pay, bürokraside makam şeklinde teşekkül etmiş, neticede oy uğruna bu yapılar siyasete çekilerek hem asli misyonlarını kaybetmişler hem de her biri birer siyasi fırkaya dönüşmüştür. Tarikat veya cemaatlerle siyaset kurumu arasındaki ilişkinin bir boyutu budur, seçim kazanma ve oy kaygısı ile bu kurumlar bizzat siyasetçiler tarafından siyasi alana çekilmişlerdir.
 

Belki bir dördüncü ders de, din- siyaset ilişkisinin bir türlü sağlıklı bir zemine oturtulmaması, bazı selefi gruplarla, aynı paralelde siyaset yapan bazı politikacıların devlete bakış tarzlarıdır. 19. asrın önemli İslam düşünürlerinden Abdurrahman Kevakibi, siyasi despotizmin, dini despotizmden doğduğunu söyler. Bu ülkede bazı dini gruplar yıllarca devlete dar-ül harp (Küfür devleti) olarak bakmışlar, devlet küfür devleti olarak kodlanınca da onu ele geçirmek, ona karşı mücadele etmek dini bir gereklilik gibi görülmüştür. Müslümanların yaşadığı, dini hayatın baskı altında olmadığı hiç bir yer dar-ül harp olarak mütalaa edilemez. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Bu algı biçimi, devlete aynı perspektiften bakan siyasetçilerle din kisveli grupları buluşturmuş, ortak düşman ilan edilen rejime ve yönetime karşı  her türlü mücadele biçimini meşru hale getirmiştir. Karşıdaki düşman(kafir) olunca soru çalmak, kul hakkı yemek, suçsuz günahsız insanları tutuklamak, rüşvet almak, ihalelere fesat karıştırmak, hırsızlık yapmak da mücadelenin bir rüknü haline gelmiştir. Karşıdaki düşmansa hiç bir insani haktan yararlanma hakkının olmadığı, ona karşı her yol ve yöntemin meşru olduğu düşünülmüştür. Halbuki İslam, kul hakkını Müslümanlar arası ilişkilerde kollanması gereken bir hak olarak değil, bütün insanlarla ilişkilerde korunması gereken bir hak olarak görmüştür. Hırsız çalmaya karar verince fetvasını da kendisi uydurur, derler, netice olarak İslam adına her türlü hukuksuzluk cihat gibi görülmeye başlanmıştır.Beşinci ve son ders de şudur: Tarikat ve cemaatlerin siyasallaşması biraz da dini hayatın baskı altına alınması, her darbede irtica tehdidi adı altında din ve dindarların hedef alınmasıyla ilgilidir. Bunun son örneği 28 Şubat'tır. Dini hayata müdahale, dini grup ve yapılanmalarda siyasete etki etme, potansiyellerini bu yönde kullanma eğilimini güçlendirmiştir. Dinle problemli çevrelerin tutum ve davranışları, dini yapıları siyasete itmede bütün diğer nedenlerden daha etkili olmuştur.

15 Temmuz'a Türkiye bu yanlışlarla geldi, istihbarat organları görevini yapmadı, yasal boşluklar doldurulmadı, din- devlet ilişkilerine hâkim olan selefi gelenek yok edilemedi, kurumların içi boşaltıldığı için kurumsal denetim işletilemedi, dini hayata yönelik müdahaleler önlenemedi, neticede binlerce insan yaralandı, 251 insanımız şahadet şerbetini içti.
 

Daha kötüsü, 15 Temmuz'un tam ve kâmil bir demokrasi, bağımsız ve yansız bir yargının manivelası yapmak yerine, onun demokrasi ve hukuktan uzaklaşmanın bir bahanesi haline getirilmesidir. Beş yıldır her gün her saat kulaklara üflenen FETÖ korkusu ile adım adım demokrasiden uzaklaşılmış, yargı iktidarın sopası haline getirilmiş, sonuçta FETÖ'nün hayal ettiği cemaat devleti püskürtülmüş, ama onun muadili olan parti devleti engellenememiştir. Aradan 5 yıl geçmesine rağmen aynı korku ve tehdit üzerinden OHAL'in sürdürülmeye çalışılması vatandaşın canı ve kanı ile sahip çıktığı demokrasinin iğdiş edilmesidir. OHAL sopa düzenidir ve bu milletin 15 Temmuz'da ortaya koyduğu iradeye aykırıdır. Türk milleti sopa ile yönetilecek bir millet değildir. Bunu zamanı geldiğinde seçim sandıklarında gösterecektir. Bu vesileyle 15 Temmuz'da yapılan hain darbe girişimini lanetler, onu demokrasinin manivelası yapmak yerine, otoriterleşmenin bahanesi yaparak ülkeyi korku ile yönetmeye çalışmanın saygıya layık olmadığını belirtirim."