TBMM Başkanı Binali Yıldırım’ın, protokol bakımından Türkiye’nin iki numaralı koltuğunda oturup dururken, bir numaralı koltukta oturanın talebi ile sıralamada bilmem kaçıncı koltuk olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olmayı kabul etmesi hayretle karşılanmıştı. Çünkü bu, halk arasındaki meşhur söyleyişe göre, “Attan inip eşeğe binmek” gibi bir şeydi! Bu durumda da yürürlükteki yasaya göre mevcut görevinden istifa etmesi gerekiyordu ama Binali Bey bu yola gitmeyeceğini açıkladı. Kısacası, “Yasayı arkadan dolanmak” gibi bir durum vardı. Bu konu kendisine sorulmaya devam edilince önce “Konu kapanmıştır”, sonra da, “Hukuk varken etiğe bakılmaz” gibi bir şey söyledi. Yani, devlet imkânlarını kullanarak bu imkânlardan mahrum olan diğer adaylarla yarışmayı içine sindirebilecek!
Hukukçulara ve ortada bütün açıklığı ile durmakta olan TC Anayasası’nın 94. Maddesi’ne göre hukukun ne söylediği belli; “İstifa etmesi gerekir” diyor. Hukuk böyle dediğine göre bir de şu “etik” nedir ve o ne diyor, ona bakalım…
Türk Dil Kurumu Sözlüğünde etik şöyle açıklanmış: “Çeşitli meslek kolları arasında tarafların uyması veya kaçınması gereken davranışlar bütünü” Yine TDK sözlüğüne göre; “Ahlâki, ahlâkla ilgili” bir konu.
Peki, öyle de, taraflar uyuyorlar mı? Hayır! Ahlâki mi? Onun cevabı da hayır! Hukuki değil, etik değil, ahlâki değil. Öyleyse ne?
Ne olduğu belli; germek, gerginlik yaratmak, kamuoyunu meşgul edip bir formül bularak aradan sıyrılmak! Ya da en son çare olarak YSK tarafından kesin listelerin ilan edileceği günlere doğru, “YSK’nu itham altında bırakıp yıpratmamak için” ya da buna benzer bir açıklama yaparak istifa etmek! Bu, Binali Bey gibi uhulet ve suhulet sahibi olarak bilinen birine hiç yakışmıyor doğrusu. Dolayısıyla, gireceği seçimi kazansa da kaybedeceği açık ve net!
Ancak ne var ki siyasetin adeta din gibi algılandığı, “Dinimden dönerim partimden dönmem” gibi saçma bir kanaatin bile alıcı buluğu güzel ve yalnız ülkemizde insanlar bu tür kanunsuzluklarla aykırılıklara sessiz kalabiliyorlar. Zaten, “Çalıyor ama çalışıyor”, “Yiyor ama iş yapıyor”, “Şimdiye kadar hep başkaları yemişti biraz da bunlar yesin”, “Yemeyen mi var”, “Ötekiler gelse onlar yemeyecek mi”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “Bir kereden bir şey olmaz” ve benzeri pek çok kara ama kapkara vecizeler üreten bir toplumda bunlar çok normal karşılanıyor artık. Ama yol oluyor, onu düşünen yok.
Hani “mütedeyyin” dediğimiz, dinini bir hesap peşinde olmadan, öyle görüp öyle inandığı için yaşayan, aşırılıklara kaçmayan insanlarımız var. Harama el uzatmazlar, ona buna karışmazlar, işlerini yapar, karınlarını doyururlar. Yükseklerde gözleri de yoktur ve Allah rızasını gözetirler. Gözetirler ama yükseklerde oturanların kibir ve gururlarından, aşırılıklarından, devlet kadrolarını liyakat, tecrübe bile gözetmeden eşe dosta ikram etmelerinden, Cumhuriyet tarihi boyunca devletimizin kazanımlarının bir bir elden çıkarılmasından, ihalelerin hep yandaşlara verilip yeni yeni zenginler çıkarılmasından hiç rahatsız olmazlar. Çoğu zaman olup bitenden haberleri bile yoktur. Bir vesile ile haberdar oldukları olumsuzlukları da, “Bir bildikleri vardır” diye geçiştirir, önünü arkasını aramaz, sorup sorgulamazlar. Tabir yerinde ise yer içer, ibadet eder ve yatıp uyurlar. Tek taraflı ve yanlı haber kanallarını seyredip dinledikleri için de her yeri güllük gülistanlık, her işi tıkırında sanırlar!
Geçenlerde, bu tarife uygun olarak yaşayan, tahsil terbiye de görmüş bir kardeşimize olup bitenlerle ilgili rahatsızlıklarımı anlatmaya kalkmıştım ki bana, “Olsun, ben dinimi rahat yaşıyorum ya” dedi. Yani, tam da “Bana dokunmayan” misali… Sonra da, CHP’nin 1945’lerde yaptığı bir toplantıda görüşülen konularla ilgili, devlet arşivlerinin tozlu, paslı dosyaları arasından çıkarılmış buruşuk, köşeleri yırtılmış bir belgenin resmini gönderdi.
Şimdi, 70 küsur senelik bu belge ortalıkta dolaştığına göre bir yerlerden servis ediliyor ki hiç ama hiç hoş değil. Kaldı ki o görüş ya da kararlar uygulama alanı bulmamış, bulamamıştır. Sayın Cumhurbaşkanı ve AKP yetkililerinin de bu ve benzeri konularda durmadan CHP’ye hücum etmeleri, artık hayatta olmayan İsmet Paşa ve arkadaşlarını yerden yere vurarak “Ey Ce Ha Pe!” diye haykırıp lâfı “Bay Kemal”e getirmeleri demek ki taraftarları tatmin ediyor. Oysa geçmiş geçmişte kalmıştır ve dinimize göre oğullar babalarının günahını çekmezler ve ölülerin arkasından konuşmak hoş değildir. Kaldı ki bu söylemler artık “kabak tadı” vermiş, benim gibi yetmişine merdiven dayamış ve hiçbir seçimde CHP’ye oy vermemiş olanları bile oy verme noktasına getirmiştir.
Ben, o pörsümüş belgeyi gönderen kardeşimize şu cevabı verdim: “Müslümanlar artık geçmişte yaşamayı, hayatta olmayıp cevap verme imkânı olmayanların arkasından konuşmayı bırakmalıdırlar. Zira dinimize göre oğullar babaların, hiçbir günahkâr da başkasının günah yükünü çekmez. Mevlana Hazretlerinin dediği gibi, ‘Dün dünde kalmıştır ve yeni bir şeyler söylemek lâzım’dır. Günümüz Müslümanları, devletin milletin malını çar çur edip oğullarını ve yandaşlarını zengin edenlere, ABD vatandaşı olan Kavakçılar ve benzerlerine, Barzani müteahhidi ve danışmanı olan İlnur Çevik gibilere devletin en hassas noktalarında görev verilmesine, bunca lüks ve israfa, hukuksuzluğa ses çıkarmazlar da 70 – 80 yıl öncesinden bir kâğıt parçası ele geçirip malzeme yaparlarsa hoş olmaz. Efendim ne imiş, ‘Dinini rahat yaşıyor’muş! Sahabe dinini rahat yaşamıyordu ama ihlaslı ve samimi idi. Şimdi ise ihlas, israf ve iflas oldu. Dinimizle birlikte devletimiz, milletimiz de elimizin altından kayıyor. Müslümanlar, Müslüman olarak gördükleri için arkalarından gittikleri siyasileri, yöneticileri sorgulamazlarsa yazık olur!”
Çünkü Sahabe, o çok heybetli, adalet timsali Hz. Ömer’i bile sorgulamaktan çekinmemiştir. Malumdur ki, Hz. Ömer bir gün minberde hutbe irad ederken, “Ben yolumdan sapar ve eğrilirsem ne yaparsınız” diye sormuş, cemaat içinden ayağa kalkan bir Müslüman, “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” diyebilmiştir. Peki, bu uyarı üzerine Hz. Ömer ne yapmıştır?
Halife, o yürekli Müslüman’a kızmak yerine minberden inip secdeye kapanarak Allah’a hamdetmiştir:
-Allahım, sana şükürler olsun ki, Ömer eğrildiği zaman bu cemaat içinde onu düzeltecek kişiler var!
Madem Hz. Ömer’den başladık, devam edelim… Yine bir hutbe sırasında, “Ey insanlar! Dinleyin ve itaat edin” deyince, cemaatten biri, “Seni ne dinler, ne de itaat ederiz” diye çıkışır. Halife sebebini sorunca o kişi, Hz. Ömer’in üzerinde bulunan yeni elbisesini göstererek lâfını söyler:
-Ya Ömer! Giymiş olduğun bu elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemeyecek ve itaat etmeyeceğiz! Zira Beytü’lmal’dan sana da bana da aynı kumaş düşmüştü. O kumaştan bana bir elbise çıkmadı. Görüyorum ki senin elbise yaptırmana yetti. Söyler misin bu nasıl oldu?
Hz. Ömer, celallenip azarlamak yerine, cemaat içinde bulunan oğlu Abdullah’ı işaret ederek nasıl olduğunu anlatmasını ister. Abdullah’ın verdiği cevap durumu aydınlatır:
-Babama da bana da birer parça kumaş düşmüştü. Ben hakkımı babama verdim, O da bu elbiseyi yaptırdı!
SONUÇ
Müslüman, Allah katında hesap vermekten kurtulmak için sorgulama cesaretini göstermek zorundadır. Zira din de, hukuk da, etik de, ahlâk da bunun içindir. Bu, hem dünya hayatında hem de Ahiret hayatında böyledir.
"Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir"
Dünyada iken sorgulamayıp siyasi düşünceler, menfaat gailesi ya da üstünkörü/zahiri dini bilgilerle ahkâm kesmeye kalkanlar bir gün gelir öyle bir duvara toslarlar ki ne yapacaklarını bilemezler, utanç ve mahcubiyetleri de kâr etmez. Hepsini ben yazmayayım; bilenler biliyordur ama merak edenler Yunus Emre’nin bu beyti niye ve kimlere söylemiş olduğunu araştırsınlar da kapabilirlerse kıssadan bir hisse kapsınlar. Bu, dünya hayatı için bir örnek, bir ders.
Gelelim Ahiret hayatının dersine:
Bir Müslüman, eğer sorgulamazsa mutlaka sorgulanacağını bilmek zorundadır. Onlara yalnızca İbrahim Suresi’nin 21. Ayetini hatırlatayım da yine anlayan anlasın, bilmeyen öğrensin. Dünyada sorgulamayan Ahirette mutlaka sorgulanacaktır. Bu, hem sorgulayan, hem de sorgulananlar için olmazsa olmaz bir gerekliliktir.
Yoksa ipin ucu kaçar ve yakalamak çok zor olabilir vesselâm…