Son Yüzyıldaki İran Rejimleri

Abone Ol

Son yüzyıldaki İran rejimlerinin en kritik misyonları Türk düşmanlığı idi..

Şüphesiz Ortadoğu'daki büyük İngiliz oyununun yüz yıl önce kendi lehlerine gelişmesinin en önemli tezahürleri bir yandan Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ve İran'da rejimin etnik-ideolojik yapısının değiştirilmesi iken diğer yandan ise Rus ideolojik devrimi olmuştur.

Bu olayların büyük İngiliz oyunu lehine gelişmiş olmasının ipuçlarını elbette ki sonuçlarında ve bu rejimlerin kurulmalarını müteakip yıllarda güttükleri politikalarda ve dahi dünya siyasetinde üstlenmiş oldukları misyon veya rolde bulmaktayız.

İngilizler, egemen olan sosyolojik bağlara ve demografik özelliklerine bağlı olarak İran ve Osmanlı hükümetleri arasında herhangi bir yakınlaşma olasılığını ortadan kaldırmak için iki farklı milliyetçilik ve reform biçimi üzerinden müdahil olmuştur. İngiliz oyunun Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki bin yıllık Türk egemenliğinin ortadan kaldırma yönünde gelişmesinde Osmanlı padişahının Siyonistlerin Filistin’de yerleşme ve devamında devlet kurma taleplerine karşı direnişinin yanısıra, İran Kaçar Devleti’nin İngiliz misyonlarını üstlenecek bir yönü bulunmadığını farketmelerinin payı büyüktür.

Konunun, bütünü itibariyle "Doğu Sorunu"na dayandığını İran’da yayınlanan Resul Dağsar’ın "Çaldıran'da 500 Yıllık Zaman Aşınımı" ve "Misyon ve Karşı Misyon" adlı kitapları detaylarıyla açıklamış bulunmakta. Ancak burada Yaşar İliksiz'in konuyla ilişkin yazısından bir paragraf ile yetineceğim: ‘‘Pek çoğumuz için sadece tarihte kalmış ölü bir kavram gibi görünüyor olsa da, `Doğu Sorunu` Batı dünyası için hala süren `canlı bir süreçtir`. Doğu ise zaten kan ve gözyaşı dökerek bu süreci yakından hissediyor. Bu sürecin detaylarıyla kavramadan ve bu sürecin hangi dinamiklere göre şekillendiğini çözemeden Ortadoğu`da akan kan ve gözyaşının dineceğini iddia etmek abesle iştigaldir... Ama onların diline pelesenk olan `bütün hesapların üstündeki hesabın galip gelme zamanı` sadece ve sadece Müslümanların gerçek bilimde hakim konuma gelip ve strateji okuma yeteneklerini `en az düşmanları kadar` geliştirmesi ile mümkün olacaktır. Doğu Sorununun kapsama alanı Dünya tarihini (olumlu ya da olumsuz) derinden etkileyen isimler, her ne kadar saplantılı bir şekilde kendi fikirlerini hakim kılmak için ömür boyu çaba sarf etseler de gelişen olaylara göre manevralar yapıp, taktik ve saf değiştirmeyi ihmal etmediler. Onlar planları aksadığında yeni bir konumla yine yönlendiren güç olmayı başaranlardı. Ama onların hep yönlendiren konumunda olması zeka ve yeteneklerinden çok, değiştirip, dönüştürmek istedikleri kitlelerin, sadece onların manevralarını seyredip onlara sövüp sadece direnmeyi düşünmelerinden kaynaklanıyordu. Tıpkı`Doğu Sorunu` adlı verilen satranç oyununda olduğu gibi..’’.

Roger Savory, Şah İsmail'in Müslümanlar arasındaki dini bölünmeyi derinleştirmesinden bahsederken, Osmanlıların ezici gücü karşısında 1500'lü yıllarda yok olma arefesinde olan bir Avrupa için bu konunun hayati önemine ince bir şekilde değinmiştir.

Osmanlılar ve Kaçarlar, son yüz elli yılda (yaklaşık 1775'ten 1925'e kadar) sermaye, güç ve nüfuz baronlarının İngiltere'ye kaydığını, aynı zamanda yukarı İdil'i esir alan aşırı soğukların (bu döneme mini buzul çağı bile denmiştir) da etkisiyle Rusların, çetinleşen yaşam şartlarından dolayı gözlerinin karardığını fark edemediler ve bu dönemde Fransa, Rusya, Hindistan, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin'de yaşananların nüanslarını analiz edemediler. Bu dönemde İngilizlerin, bağımsızlık mücadelesi veren Amerika ile uğraşmakta olması, onlarla iyi geçinen ve pek güçlü olmasa da İran'da asırlar sonra ilk gayrı Türk egemenliği denemesi sayabileceğimiz Zendlileri ihmal etmesine neden olacak, zaten büyük entrikalar sonucu kurulan bu devletin bir Türk hanedanı karşısında kolayca çözüldüğünü izleyecek, ancak yine de, kurulan Kaçar Devleti içinde, gittikçe artan yerel işbirlikçileri sayesinde varolmayı ve çıkarlarını Tahran sarayının içinden korumayı başaracaklardı.

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında İran ve Osmanlı toplumlarında, devlet idare yapısında reformlar yapılmasını hedef alan meşrutiyet devrimi vuku bulmuştur. İngilizlerin çıkarlarının bu mücadelelerde talep edilenlerle çeliştiği göz önüne alındığında, bu devrimlerin birer İngiliz planı olduğundan bahsetmek (bazılarının yaptığı gibi) sadece "İngiliz zekası" lehine abartılı bir propaganda niteliğinin ötesine geçmeyecektir. Ancak, mücadelenin gidişatında bir sapma yaratmak ve bunu kendi çıkarları ekseninde yönlendirdikleri, elimizde olan delillere istinaden artık bilinen bir gerçektir.

Bu yazımızda son yüz yıldır İran ve Türkiye'de rejim yapılarının değişmesinin mahiyetini ve bu değişikliğin iki ülke arasındaki ilişkilerine dayattığı kırılma noktalarını incelemeye çalışacağız.

İngilizler, Kaçar üst düzey siyasetçilerinin ve İran Türklüğünün ulusal hassasiyetlerini uyandırmadan, İran'daki yerel işbirlikçileri aracılığıyla İran'daki Fars etnisitesinin diğer kavimlerden daha köklü olduğunu, "görkemli kadim tarih" kisvesi altında Farslara (güya etnik mahiyetin üstünde ‘İran milliyetçiliği’ adı altında) ve hatta Türk devlet erkanına aşılamak için çok uzun süreden beri çalışmaktaydı. Bu hususu, Fars vezir ve danışmanlar aracılığıyla bazı Türk padişahlarında (özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren) kendilerini önce Şahname ve onun destansı kahramanlarına daha sonra ise Darius, Kuros ve Xerxes gibi daha somut isimlere benzetmeye çalıştıkları şeklinde görmekteyiz. Aynı çabaların bir dönem Osmanlı sarayında dahi kök salmaya çalıştığını görüyoruz ki bir kaç şiir ve edebiyat eserinin ötesine geçmemiş, Osmanlıların kozmopolit bir eksen sahibi olmalarına ve ince sanatlara olan ilgilerine dayandırılmıştır.

İranlı siyaset adamları ve entelektüelleri arasında aşırı geri kalmışlık duygusu, bu gibi temayüllerin zemin bulmasında rol oynamıştır. Sömürgeciler, Hindistan’ı daha kolay yönetmek ve sömürmek için yollar ararken, Sanskritçenin bazı sözcükleri itibariyle Avrupa dillerine benzemesinden yola çıkarak yerli halk ile soy bağı kurmak amacıyla ‘Aryan’ diye bir hikaye ortaya atacak, bu havuza Farsları da dahil ederek ‘Hint-Avrupa dilleri’ veya ‘Hint- İran dilleri’ adı alında birleştirmeye çalışacaktı.

Arthur de Gobineau, bu husus doğrultusunda planların oluşturulduğuna işaret ederek şöyle yazar: “Mirza Ebulhasanhan Elçi Shirazi (ilk İranlı mason) 1811 kışında Londra'dan dönerken büyükelçinin kardeşi Sir William Ozley ile birlikte ‘‘Büyük Kiros’’un mezarını bulmak ve Darabgard için gerekli bilgileri toplamak üzere Fasa (Şiraz'ın 150 kilometre güneyinde) bölgesini araştırmakla görevlendirildi. Bay Gordon'a antik Şuş (Ahvaz petrol bölgesinin 150 kilometre kuzeyi) gezisine çıkması emredildi. Albay Darcy, Firuzabad'a (Şiraz'ın 100 kilometre güneybatısı) gönderildi. Binbaşı Stone da belki de Şapur olarak bilinen mağarayı keşfetmek ve burayı araştırmak için Şapur harabelerine doğru yola çıktı. Görevini layıkıyla yerine getiren Stone, daha önce yerleştirilmiş olan platformdan kaldırılan heykeli buldu. Seyahatnamenin yazarı Morier ise, Persepolis ve çevresini araştırmakla görevlendirildi”.

Kaçar Hanedanının İran coğrafyasında kurulması, doğu komşusu sömürgeci İngilizler (Hindistan) için çok büyük bir sorun değildi. Ancak Kuzey Hindistan'daki Babür Devleti ile İran'daki Kaçar Devleti’nin etnik bağlarının olası hareketlenme ihtimali ve kısa süre sonra Napolyon Fransası'nın Osmanlılar ile Kaçarların ilişkilerini düzeltmeye çalışması ve dahi bu çalışmaları Babür Devleti ile Hazar ötesi hanlıklarına kadar genişletme çabaları, İngiliz ve Rusları dehşete düşürecekti. Bu durum onları, söz konusu Türk devletlerine karşı güçlü ve hatta rakip bir devlet olarak gördüğü Ruslarla işbirliği yapmaya sevkettiği gibi İran içinden müdahale ve eylem için güvenilir bir unsur olarak da Farslarla işbirliği yapmaya yönlendirecekti.

Sömürgecilerin İran'daki Fars etnik unsuruna yatırım yapmaya yönelmesinin birkaç haklı nedeni vardı:

A) Herşeyden önce, ‘Doğu Sorunu’ açısından bakıldığında, Türk veya Arap-Müslüman olmayan herhangi bir unsur, Batı'nın "Doğuya karşı Doğu" politikasını ilerletmesi için elverişli görülmekteydi. Ancak bölgede Türk ve Araplar dışındaki en büyük millet yani Farslar veya Tacikler yahut Afganlar ya da hepsi onlara karşı koyabilecek kadar büyük değildi. Ancak bu konu, Türk milletinin edebi ve kültürel olarak da parçalanması ve milliyetçilik şuurundan uzak kalması durumunda düşünülebilirdi. Fars ve türevi etnisitelerin müslüman olması sorunu da, eski dinleri Zerdüştçülük’e ısındırmakla veya İslamdan soğutarak uzaklaştırmakla uzun vadede çözülebilirdi. Doğu bilimciler tarafından Hindistan'dan güney İran'a kadar bölgede yürütülen tüm saha çalışmalarında Zerdüşt dinine vurgu yapılmış olması tesadüf değildir. Gobineau'nun bahsettiği ‘dindar bir Zerdüştün Avrupalılardan oluşan ordusuyla birlikte yakında ortaya çıkacağı’ fikrinin yayılması bile ancak bu bağlamda anlaşılabilir ve incelenebilir. Bu inanç ile, inancın yayılmasından 60-70 sene sonra 1921 yılında İngilizlerin bazıları Hint menşeili olan Farsları kullanarak tertiplediği darbe arasında bir çağrışım yok mu?

B) Sömürgeciler, Hindistan'ın işgali sürecinde oradaki yerli Fars/Perslerin sadakatini görmüşlerdi. İranlı tarih bilimci Abdullah Shahbazi, şöyle yazıyor: "Pers etnisitesinin büyükleri, İngilizlerin Doğu'daki askeri faaliyetlerini etkili bir şekilde desteklemişlerdi. Hindistan'da İngilizlere karşı müslümanların ve hinduların aktif katılımıyla gerçekleşen ve "Büyük Mottini" (1857) olarak bilinen isyan sürecinde, Persler İngiliz askeri güçleri arasında yer almışlardı". Sir George Bardwood, 1900'de yaptığı bir konuşmada, "1855'te Hindistan'dayken, Persler’e, İngiliz yönetimi altında olmaktan sağladığınız faydalara karşı İran için bir şeyler yapmanız gerektiğini söyledim. İran'da eğitimli persler için büyük fırsatlar var ..." demişti.

C) İran Devleti ve toplumu üzerinde doğrudan ve dolaylı etki kurmak için Hindistan ve İran'da çok sayıda eğitimli ve işbirliğine hazır unsurları bulunuyordu.

D) İran'ın Farsça konuşulan bölgeleri, Hindistan'a yakınlıkları ve (5'te 4'ü çöl ya da yarı kurak yerlerden oluşsa dahi) genişlikleri açısından İngilizler için oldukça jeostratik öneme sahipti. Bir ara Kaçar Devleti’ni yıkamayacaklarını düşünen İngilizler, İran'ın parçalamayı ve güneyde bir Pers devleti kurmayı dahi düşünmüş, bunun için zemin aramıştır.

E) Fars dili, edebiyatı, kültürü ve hatta mezhebi; hayalperestliklere kapılma olasılığı ve bu halkın milliyetçi unsurlarının İngilizlerle kapsamlı işbirliği hakkındaki müsbet görüşleri İngilizler için birçok etken demekti. Ve en önemlisi, bu faktörler İslam dünyasında, Türk dünyasında ve Arap dünyasında bir çatlak ve yarık oluşturmak için neredeyse gerekli ve yatırım yapılabilir tüm özelliklere sahipti!

Herat'ın İngilizler lehine kaybedilmesi, Afganistan'ın bağımsız bir devlet olarak Rusya ile Hindistan arasında (gerektiğinde İran aleyhinde de kullanılmak üzere) tampon olarak yaratılması, Kafkaslar’da ve Türkistan’da ilerleyen Ruslar’a karşı ülkenin dört bir yanından asker toplatılmasının engellenmesi, ‘Güney polis gücü’ kurma girişimi, Emir Kebir, Nasıreddin Şah vs. bir çok kişiye suikast gerçekleştirilmesi gibi olaylar; Kaçar döneminde söz konusu işbirlikçilerin rol oynadığı önemli olaylar arasında yer almaktadır. Azerbaycanlılar ve Gilekiler, Osmanlı ve Rusyada vuku bulan devrimlerin etkisi altında devlet ve hukuk yapısında reform çağrısında bulunduklarında taleplerini "meşrutiyet", yani rejim değişikliği olmayan reformlar çerçevesinde yaptılar ve mücadelenin sonunda önemli başarılara imza attılar. Ancak bu başarılar, yavaş yavaş İngilizlerin talimatları ve yerel işbirlikçilerinin manipülasyonları ile karşı karşıya kalacak ve ülkenin 1921 darbesiyle tamamen İngiliz kurgusu bir rejimin tesisiyle birlikte mahvolacaktı. Azerbaycan, Horasan ve Gilan'dan çıkan dağınık seslerin ise bütün ülkeyi uyandırmaya ve Tahran'ı kurtarmaya gücü yetmeyecekti.

İşte ‘Türk düşmanlığının yüklendiği misyonlardan biri ve en önemlisi “Yeni İran Proje Rejimleri” nin ilki böylece kurulmuş oldu. Yine Resul Dağsar’ın ‘Misyon ve Karşı Misyon’ kitabında detaylı ve kaynaklarıyla anlatmış olduğu misyonların yereldeki asıl işbirlikçilerin önder glenleri ise Muhammedali Furugi, Seyit Ziya ve Ardeşir Reporter gibi aslen Yahudi veya Hintli Persler’den oldukları bilinmektedir.

Pehlevi rejiminin kurulmasıyla birlikte, Fars Milliyetçiliği artık devletleşecek, siyasi kaynak sahibi olacak ve daha açık bir şekilde etnik milliyetçilik tezahürleri yapacaktı. Ülkedeki Fars nüfusunun düşük oranını da (resmi söylemde Türkler’i asil dillerini kaybetmiş Farslar olarak tanımlayarak ve Türkçeyi yok sayarak) Kürtler, Beluciler, Gilekler, Lorlar, Mazeniler vb. çok sayıda küçük etnik grupları ‘İran dilliler’ adı altında toplayarak örtmeye çalışacaktı. Bu bağlamda, "İrancılık", "Pan İranism" ve "İranshahri" terimleri dahi Fars milliyetçiliğine özgü ve tabi kılınacaktı!

Persler’i kadim uygarlık sahibi gibi gösteren bu söylem ve tez; bugün birçok soru işaretiyle karşı karşıya kalsa da hâlâ İran kamuoyunun önemli bir kısmını yönlendirme kabiliyeti ve (doğrudan) İran'daki proje rejimleri adına, (dolaylı olarak ise ) dünyadaki kurucu sistem için bölge ülkelerinde bu dil grubuna mensup insanlar içerisinde sempati yaratmak, işbirlikçi vs. toplamak açısından önemli bir kaynaktır.

konuralpsencer@gmail.com