Örnek verecek olursak savaş öncesi önemli ticaret merkezlerinden biri olan Halep’in nüfusu 4 milyon civarı iken iç savaşla birlikte yaşanan göçle birlikte nüfus 350 bine kadar gerilemiştir. Buradaki göç akınından en çok etkilenen ülke ise tartışmasız Türkiye’dir. Yaşanan kitlesel göçün ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik sorunların yanı sıra hukuki boyutta da toplum tarafından bir belirsizlik olduğu algısı mevcuttur. Her ne kadar sayıları üzerinde doğruluğu tartışılsa da konuya ilişkin resmi kuruluş olan Göç İdaresi Başkanlığı’nın verdiği sayılara göre Türkiye genelinde yaşayan Suriyelilerin sayısı 19.012023 tarihi itibariyle 3.515.776’dır. İstanbul’da yaşayanların sayısı ise 539.697’dir. Bu sayıların sadece kayıtlılardan oluştuğu ve kaçakların sayısı da eklendiğinde ortaya çıkan durum vahimdir.
Son dönemde ülke siyaseti ve söylemler incelendiğinde ekonomi ile birlikte Suriyelilerin varlık meseleleri de baş mesele olarak siyasiler tarafından görülmektedir. Suriyelilerin vatanlarına gönderilip gönderilemeyeceği konusunda toplum ikiye ayrılmış durumdadır. Bir kesime göre Suriyeliler vatanlarına rahatça gönderilebilir derken diğer kesim ise uluslararası hukukun buna izin vermeyeceği görüşünü savunmaktadır. Tam da bu noktada konunun çözümü için öncelikle ülkemizde bulunan Suriyelilerin hukuki statülerinin irdelenmesi konuya açıklık getirecektir.
Toplum nezdinde bilinen yaygın yanlışlardan bir tanesi de Suriyelilerin mülteci-göçmen olduğu yönündedir. 1951 yılında imzalanan Cenevre Konvansiyonu ile tanım düzenlenmiştir. Buna göre ‘coğrafi kısıtlama’ ile yalnızca Avrupa’da gelişen olaylar sonucu ırkından, dininden, vatandaşlığından, belirli bir gruba mensubiyetinden ya da siyasi sebeplerle zulüm görme ihtimalinden dolayı talepte bulunan Avrupa vatandaşlarına verilen statü ‘mülteci’ statüsüdür. Avrupa dışından gelenlere ise uluslararası hukuk değil iç hukuk uygulanmaktadır ve statüleri ‘şartlı mülteci’dir.
Muhacirler [göçmenler] ise 14/06/1934 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan İskân Kanunu’na göre şu biçimde açıklanmaktadır:
MADDE 3 – Türkiye’de yerleşmek maksadile [amacıyla] dışarıdan, münferiden [bireysel] veya müçtemian [kitlesel], gelmek isteyen Türk soyundan meskûn [ikâmet eden] veya göçebe fertler ve aşiretler ve Türk kültürüne bağlı meskûn kimseler, işbu kanunun hükümlerine göre Dahiliye Vekilliğinin [İçişleri Bakanlığı’nın] emrile [emriyle] kabul olunurlar. Bunlara [muhacir] denir. Kimlerin ve hangi memleketler halkının Türk kültürüne bağlı sayılacağı İcra Vekilleri Heyeti karar ile belirlenir (Resmî Gazete, 1934).
İskân Kanunu’na göre Türkiye’deki Suriyelilerin çoğunluğu Türk kökenli olmadıklarından bu kişilerin göçmen olarak tanımlanmayacağı anlaşılmaktadır.
Türkiye’ye karşı kitlesel bir akın olması durumunda ise oluşacak hukuki statü ‘geçici koruma altındaki yabancılar’ statüsüdür. Bu statü yalnızca bize özgü değil, uluslarası hukuk ve Avrupa Birliği’nin 2001 yılında yapmış olduğu yasal düzenlemede yer almıştır. Türkiye’de Avrupa Birliği hukukunu takip edip, iç hukukuna aktardığı için bu statüyü kullanmıştır. Bu bağlamda Suriye’den gelenlerin statüsü ‘geçici koruma altındaki yabancılar’dır. Kitlesel bir akınla gelmiş olmaları bu durumu doğurmuştur. Kitlesel akın; bir ülkenin kaldırabileceği ekonomik, siyasi, sosyal yükten çok daha ağır bir sayıda yabancının Türkiye’ye gelmesi anlamını taşımaktadır. Burada kitlesel akın olarak kabul edilen sınır 100 bindir. Bu sayının üstünde gelen göç kitlesel akın olarak kabul edilmektedir.
Sonuç olarak ülkemizde bulunan Suriyeliler mülteci-göçmen statüsünde değildirler. Bu kişiler geçici koruma altında yer almakta, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile bu Kanunu dayanak alarak çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliğine tabidirler. Sınırların bu denli korunmadığı bir ortamda sığınmacı tartışmalarının gelecekte de devam edeceği öngörülmektedir. Bu yüzden soruna sebep olan kitlenin geleceğine ilişkin söz söyleyebilmek için hukuki çerçevenin net bir şekilde çizilmiş olması gerekmektedir.