Tarikat kitaplarındaki Kur’an ve akıl dışı iddialar

Allah (cc) katında din İslam’dır. İslam ise Kur’an ile elçi Resul’e (sav) bildirilmiştir. Dinin tek ve asıl kaynağı Kur’an’dır. Allah vahyi elçilere (Resul) ileterek Müslümanlığın ne olduğunu öğretti. Elçiler de Allah’ın öğrettiği dini insanlara tebliğ ettiler.

Abone Ol

İslam’ın kitabı Kur’an’ın pratikte nasıl yaşanacağını bize Resulullah (sav) öğretti. Resulullah’ın vefatından sonra Hz. Aişe (ra) annemize sorulan,  “Bize Resulullah’ı anlatır mısın?” sorusuna onun verdiği, “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O yaşayan Kur’an’dı.” sözleri bu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Resulullah’tan (sav) sonra gelen sahabe döneminde Kur’an’a yapışmak, onu hayatın merkezine koymak esastı. Bu devirden sonra İslam toprakları genişleyince Kur’an’a olan bağlılık azaldı ve Kur’an hayatın merkezinde olmayınca İslam’dan intikam almak isteyenler uydurdukları rivayetleri İslam’a sokmaya başladılar.

İslam’ a sokulmak istenen rivayetlerin çoğunun arkasında İslam’dan intikam almak isteyen Yahudiler ve batıniler vardı. Bâtınilik, tarikat, tasavvuf vb. isimler adı altında çeşitli oluşumlar meydana çıktı. Bunlar referanslarını Kur’an ve Resulün sahih sünneti yerine kendi elleriyle ikame ettikleri kitaplar, Gavslar, kutuplar, abdallar, kırklar, yediler, üçler ve benzerlerini koydular.

Hint ve Eski Yunan’dan etkilenerek gelişen tasavvuf felsefesi de bu dönemde ortaya çıktı. “Kur’an’ın batıni yönü budur?” anlayışı üzerine bina edilen tasavvuf felsefesinde akıl, ilim ve mantık aramak boşunadır. Çünkü bunlarla hakikatin anlaşılamayacağını düşünmüş ve dışlamışlardır.

Tasavvuf felsefesinin Kur’an’a, akla ve ilme zıt akımlar olduğunu ilk dönem âlimleri erken fark etmiş ve zararlarını ortaya koymuşlardır. İmam-ı Şafii, “Hiçbir akıllı kimse yoktur ki sabahleyin tarikata girsin de, ikindi namazının vakti girdiğinde aklını yitirmiş olmasın.”, “Sofilerle kırk gün beraber olan kimsenin aklı bir daha ebedi olarak ona geri dönmez.” Derken, İmam Malik, “Vay be! O tarikat erbapları Müslüman mıdırlar?” diye sorma gereği duymuştur.” (Şeytanın Hileleri, İbnul Cevzi, s. 531)

“Vahdet-i vücut” felsefesi üzerine kurulan tasavvuf inancına göre, “Allah (Hâşâ) bazen insanların karşısına kadın kılığında çıkar, bazen insanın içine hulul eder, hatta bazen de gözle gözüken her şey bizzat Allah olarak telakki edilir. Bu anlayıştan dolayı putlara tapan putperestlerin aslında Allah’a tapmış oldukları sapık inancını ileri sürerler. Böyle bozuk bir Allah tasavvuruna sahip olan tasavvuf felsefesine inananların yazdıkları eserler incelendiğinde Kur’an ve sahih sünnetle uyuşmayan ve onlardan asla referans alamayan yüzlerce yanlış itikatla karşılaşırız.

Şimdi isterseniz tasavvuf büyüklerinin kendi yazdıkları eserlerinden Kur’an ve sahih sünnete zıt neler yazdıklarını beraberce takip edelim.

Tasavvufun “Şeyh-i Ekberi” olarak kabul edilen Muhittin İbn-i Arabi, Fususu’l-Hikem isimli eserinde hâşâ Allah’ın bazen kadın kılığına girdiğini aynen şöyle dile getirmiştir:

“Erkek, kadını sevdiği zaman, onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen kadın-erkek münasebetinden daha büyük bir kavuşma yoktur. Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için, kendisinde fena buldu­ğu kadın suretine girerek, tekrar kendisine dönmesi için gusül ile onu temizlemiştir. Erkeğin Allah’ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah’ı fail ve münfail olarak, özellikle kendisi de münfail olarak müşahede etmektedir. Onun için Resulullah kadınları sevmiştir. Çünkü Allah, onlarda çok mükemmel müşahede edilmektedir. Zira Allah, maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Allah’ın kadınlarda müşahe­de edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de cinsi münasebettir.” (İbn-i Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/212, el-Halebî baskısı)

Bu sapık anlayış İbn-İ Arabi’den Şems’e sıçramış ve oradan da Celalettin Rumi’ye sirayet etmiştir. Tasavvufun ileri gelenlerinden Ahmet Eflaki’nin “Ariflerin Menkıbeleri” isimli eserde bu hadise aynen şöyle anlatılmaktadır:

“Şems-i Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretle­rine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlânâ, Şems’in yanına girdi. Şems, şahane bir ça­dırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynaşıyordu. Mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı. Mevlânâ dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Son­ra Şems içeri gel diye bağırdı. Mevlânâ içeri girdiği vakit, Şems’ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sor­du ve ‘Kimya nereye gitti?’ dedi. Şems, ‘Yü­ce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi.’ buyurdu, işte Bayezid’in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bit­memiş bir genç şeklinde göründü.”

(Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki Cilt 2, S. 213-214, MEB. Yayınları)

Allah’ın kadın şeklinde zuhur etmesi İmam-ı Rabbani’nin eserlerinde de vardır. Çünkü bu inanış tasavvuf felsefesinin esaslarından birini oluşturur:

“Bu yolda ilerlerken, Allah’ın zahir isimleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadın) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu. Bu taifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyorum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu. Alem-i emrdeki latifelerin halleri ve acayip güzellikler bu şekilde göründüğü kadar başka hiçbir şeyde görülmüyordu. Onların yanında eriyordum. Yanıp kül oluyordum. Bunun gibi her yiyecekte, her içecekte ve her cisimde ayrı ayrı tecelliler oldu.”

(Mektubat, Ahmed Faruki Serhendi, Mektup 1, Ter. Hüseyin Hilmi Işık, Duran Ofset, S. 6)

Yukarıdaki üç örnekte görüldüğü gibi tasavvuf felsefesine inananların itikatlarına göre hâşâ Allah kadın kılığına girip insanlarla sevişebilmektedir. Böyle sapık bir inancın Kur’an ve sahih sünnetten referans alması mümkün olabilir mi?

Allah’ı kadın kılığına sokanlar olduğu gibi genç bir erkek kılığına sokup öyle gören tasavvufçular da vardır. Yine Ariflerin menkıbeleri isimli kitapta bu konu aynen şöyle aktarılmaktadır:

“Sultan Veled’den nakledilmiştir: Bir gün ileri gelen sofiler babama şöyle sordular: ‘Abu Yezid, Ben Tanrı’mı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm, buyuruyor. Bu nasıl olur?’ diye sordular. Babam şöyle cevap verdi: ‘Bun­da iki hüküm vardır: ya Ebu Yezit Tanrı’yı sakalı bitme­miş genç şeklinde görmüş yahut Ebu Yezid’in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gö­zükmüştür!”

(Ariflerin Menkıbeleri II – Ahmet Eflaki, Sayfa 213-214- MEB. Şark İslam Klasikleri, 1995

 “Her şey Allah’tır.” bozuk Allah tasavvuru ile meseleye yaklaşan tasavvuf felsefesinde ileri sürülen fikirlerin Kur’an. Akıl ve ilimle bağdaşması asla mümkün değildir. Bu hususta ileri sürülen bazı düşünceler şöyledir:

“Yaratan, yaratılan, halık, mahlûk, hep O dur. O’nun dışında, O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tasavvur edilemez. Çünkü vücut birdir.”

(İbn-i Arabi, Fisus ul- Hikem. S. 13, MEB Yayınları.

“Arif, Allah’ı her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.”

(İbn-i Arabi, Fusus-ül Hikem, Bali Şerhi, S. 375)

“Ey nefsinde varlıkları yaratan, sen yarattığın şeylerin hepsisin. Varlığı nihayetsiz olan şeyi sen vücudunda yaratırsın. Şu halde hem dar, hem de genişsin.”

(İbn-i Arabi, Fusus-ül Hikem S. 55, İstanbul Kitabevi 1981)

“Sen hem kulsun ve hem Tanrı’sın. Kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir. Sen tanrısın ve kulsun çünkü sözleşmenle kendini Tanrı’ya bağladın.”

 (İbn-i Arabi, Fusus-ül- Hikem S. 101, Çeviren Nuri Gençosman, MEB yayınları, İstanbul, 1992)

“Allah beni över, ben de onu. O bana kulluk eder, bende ona.”

(İbn-i Arabi, Fusus-ül Hikem S. 95, Çeviren Nuri Gençosman.

HER ŞEYİ ALLAH SAYMA SAPIKLIĞI

“Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle, çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura, 11)

Allah’tan başkasını ilah edinmek şirktir. Zaten şirk Allah’a ortak koşmak demektir.  Allah’a ait olan sıfatları O’ndan başka herhangi varlığa vermek şirkin büyüğüdür.

Tasavvuf büyüklerinden biri olan ve bu hususta eserler yazan Abdülkerim el Cili, açık bir şekilde yüce Allah’ın sıfatlarının insanlarda da aynısıyla var olduğunu iddia etmiş ve bu şekilde insanlarında bizzat Allah olduğunu iddia etmiştir:

“Benden evvel başka bir vücut yoktur ki, onu mülhak olayım. Benden sonra yine başka bir vücut yoktur ki, onun manasını anlamağa koşayım. Kemalatın her türlüsüne haiz olan benim. Ben her tür celaletin cemaliyim. Ben, ondan başka bir şey değilim. Ben halkın rabbi ve seyyidiyim. Mevcudat namına ne varsa, hepsi benim ismim olup, zatın onların müsemmasıdır.

(Abdülkerim el- Cili, İnsan-ı Kamil, S. 70, İz yayıncılık.)

El- Cili, “Zatı itibariyle yüce olan Hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O, âlemin zerrelerinde açığa çıkmış zahir olmuştur.” (Abdülkerim el – Cili,  İnsani Kamil,  2 cilt, S. 83)diyerek her varlığa tapmanın Allah’a tapınma olduğunu ileri sürmüş, İbn-i Arabi de, tapınılan putların aslında Allah’a taptıklarını iddia etmiştir:“Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılar, taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlara ilah adını vermişlerdir.”

(İbn-i Arabi, Füsüsul Hikem, S. 103, Şefki Bey Matbaası)

TAsAVVUFÇULAR FİRAVUNU MÜSLÜMAN ETTİ!

Allah (cc) Kur’an’da Firavun denen kişinin inkârcı olduğunu, iman etmediğini, son anda yapılan imanın kabul edilmeyeceğini, “Firavun ailesinin ve onlardan öncekiler Rablerinin ayetlerini yalanladılar; Biz de günahları dolayısıyla onları helak ettik. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi.’’ (Enfal, 54), “Ateş, sabah akşam ona sunulur. Kıyametin kopacağı gün: Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun denecek.” (Mü’min, 46) gibi ayetleriyle açık biçimde ilan ederken tasavvuf felsefesinin önde gelenleri Firavunu Müslüman yapmışlardır.

Bütün yaratılmışları Allah gören ve onunla eşitleyen Vahdet-i Vücut felsefesini göre Firavun kâfir olarak ölmemiş, aksine Allah onun canını mü’min olarak almıştır. İbn-i Arabi bu iddiasını kitabında şu sözlerle açıklamıştır:

“Nasıl ki firavun suda boğulurken Allah’ın kendisine verdiği iman sayesinde Musa onun için de göz nuru oldu. Şu halde Allah, Firavunu pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fena amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun ruhunu yeni bir günah işlemeden önce ve imana geldiği anda kabz etti. Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı imana yanaşmazdı.”

(İbn-i Arabi, Fusus-ül- Hikem, S. 301. Çeviren Nuri Gençosman)

Tasavvufun en büyük şeyhlerinden olan Muhittin Arabi, açık bir şekilde tasavvufun Firavuna bakış açısını ortaya koymuştur. Oysa bu inanç İslam dinine aykırıdır ve yüce Allah’ın Kur’an’da bildirdiği gibi ölmek özere yapılan tevbelerin hiçbir geçerliliği yoktur.

İbn-i Arabi Firavunu Müslüman eder de Celalettin Rumi ondan geri kalır mı? Aynı Vahdet-i Vücut felsefesinin takipçisi olan Rumi, Mesnevi isimli eserinde Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile imanın aynı şey olduğunu veFiravunu nasıl Müslüman ettiğini şöyle ifade etmiştir:

“Renksizlik renge esir olunca, bir Musa-başka bir Musa ile savaşa tutuştu

Sahip olduğun renksizliğe ulaştığında, Musa ile Firavun barışıktı.”

***

“Görünüşte o seni kendine çağırıyor, içtense seni ret sopasıyla kovuyor.

Ey akıllı kişi! Tersine nallar vardır. Firavun’un nefretini Musa’dan bil.” 

(Mesnevi, Cilt I, Celaleddin Rumi Yeni şafak yayınları, S. 116-117, Çeviren: Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu)

Görüleceği üzere Kur’an’ın açık biçimde kafir ilan ettiği Firavun, tasavvuf büyükleri denen kişiler tarafından “Vahdet-i Vücut” felsefesi inancıyla Müslüman yapılmıştır. Bu tür bir safsatanın Kur’an’dan referans alması asla düşünülemez.

“MUHAMMED MUSTAFA EŞİTTİR ALLAH” İNANCI!

Vahdet-i Vücut felsefesini inanç olarak kabul edenler her şeyi Allah kabul ettikleri gibi Resulullah’ı da Allah ile eşitlemişlerdir. Bu durum tasavvufun büyüklerinden İmam-ı Rabbani’nin “Mektubat” isimli eserinde dile getirilmiş, onun yolunda giden gününümz tasavvufçuları da bunu kürsülerden haykırmışlardır.

Bu iddiayı dile getirenlerden biri de İsmail Ağa olarak bilinen Nakşibendi tarikatının merkezinde görev yapan ve Mahmut Ustaosmanoğlu’nun en önemli müritlerinden biri olan Bayram Ali Öztürk’tür. Cami de bir meczup(!!!) tarafından bıçaklanarak öldürülen Öztürk bir vaazında aynen şu ifadeleri kullanmıştır:

“Muhammed Mustafa ona ben güneş diyemem güneş batar,

Muhammed Mustafa su diyemem su durdu mu kokar ,

Muhammed Mustafa ekmek diyemem ekmek durdu mu bayatlar.

Muhammed Mustafa çok leziz bir yemek diyemem, çünkü yemek durdu mu ekşir.

Muhammed Mustafa’nın “müşebbehünbih” yani benzeri yoktur.

Muhammed Mustafa Muhammed Mustafa’nın benzetilebileceği hiçbir bir varlık yoktur.

İmam Rabbaninin buyurduğu gibi, “MUHAMMED MUSTAFA EŞİTTİR ALLAH.” Bir eti ve kemiği var farklı olarak o kadar…”

(Bu ifadeleri Bayram Ali Öztürk’ün kendi ağzından dinlemek isteyenler bu linke http://www.youtube.com/watch?v=t4iqTcGMwm8 tıklayabilir veya Googleye “Muhammet eşittir Allah” yazarak dinleyebilir.)

KUR’AN’I (hâşâ) RESULULLAH YAZMIŞ!

Allah (cc), Kur’an’da “Bu Kur’an, Allah’tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir.” (Yunus 37)derken bazı tasavvufçular Kur’an’ın Hz. Muhammet tarafından yazıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu kişilervahyin merkezi olarak Hz Muhammedi göstererek O’nu ilahlaştırmışlardır. Hâlbuki Kur’an’da bizzat Resulullah’ın ağzından O’nun bir beşer olduğu şöyle ifade edilmektedir

“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, ilahınızın bir tek ilah olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi orak etmesin.” (Kehf, 110)

Bu safsatayı ileri sürenlerden biri de Nakşibendi tarikatının müritlerinden olan ve Cübbeli Ahmet diye meşhur olan Ahmet Mahmut Ünlü’dür. Ünlü vahyin kaynağı olarak Hz. Muhammed’i göstermiş ve Cebrail’in vahyi Hz. Muhammet’ten alarak yine ona getirdiğini anlatırken aynen şu cümleleri sarf etmiştir:

“’Hz Muhammed, Cebrail’e ne dedi? Sen Vahiyi nerden alıyorsun. Ben Rabbimi göremiyorum. Bir hicap, izzet perdenin önüne geliyorum. Perdenin önüne ilka bulunan, perdeden vahiyi alıyorum. Oradan Levh-i Mahfuza, oradan dünya semasına, oradan senin kalbine koyuyorum. Hz. Muhammet dedi ki: ‘Bir daha vahiy olduğunda o perdeyi bir arala, sen arala.’ Cebrail perdeyi bir araladı ki Resulullah orada oturuyor. Yaa. Hz Muhammet’ten vahiy Cebrail’e geliyor.” (Bu konuşmayı dinlemek için linke tıklayın:  http://www.youtube.com/watch?v=HGBaAhituow)

EVLİ KADINLARLA ZİNA EDİP GÜNAHI AFFETTİRME!

Nakşibendi tarikatının günümüzdeki önemli temsilcilerinden biri olan Mahmut Ustaosmanoğlu, yazdığı tefsirde evli kadınlarla zina edip cinsel ilişki kuranlara çıkış yolunu aynen şöyle göstermektedir:

“Bir adam, evli bir kadınla zina yaparsa, evli kadının kocasından da helallik alırsa günahı affolunur. Zinayı yapan adamın, zina ettiği kadının kocasına zinayı gizleyerek, “Bana tüm haklarını helal et” demesi yeter, karısıyla zina ettiğinden ise bahsetmez.

Bu af olma işi sadece bizim ümmete caizdir. Hâlbuki bizden önceki geçmiş ümmetlerde suçunu da belirtmesi gerekirdi.”

(Mahmut Ustaosmanoğlu,  Ruh’ul Furkan Tefsiri, 2. Cilt. Bakara 179 tefsiri

S. 246)

BÜTÜN DİNLERİ BİR SAYMA SAPIKLIĞI!

Allah (cc) Kur’an’da açık biçimde, “Hiç şüphesiz Allah katında din İslam’dır.” (Ali İmran, 19),  “Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.” (Ali İmran, 85) buyururken tasavvuf felsefesinin büyüklerinden Celalettin Rumi, bütün dinlerin bir olduğunu, birbirlerinden farkı olmadığını ifade etmiştir.

Rumi’ye göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu söylemektedir ki, tasavvuf felsefesinin inancını da bu anlayış oluşturmaktadır.

Bu konuda Rumi görüşünü şöyle belirtmektedir:

“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar, beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı.”

“Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.”

(Celâlettin Rumi, Mesnevi, Cilt 1 MEB yayınları, S. 280, beyit 3503–3504.)

KENDİNİ KÂBE SAYAN ŞEYH!

Vahdet-i Vücut felsefesine göre bütün yaratılmışları Allah ile bütünleştiren ve Allah sayan Celalettin Rumi, Mesnevi isimli eserinde birşeyhin Bayezit Bistami’ye, “Kabe benim! Benim çevremde tavaf et.” Dediğini aktarmıştır.

“Ümmetin şeyhi Bayezid, Hac ve Umre için Mekke’ye doğru koşuyordu. İlk defa gittiği şehirde değerli kişileri soruşturup arardı. Boyunca hilal gibi bir şeyh gördü; Onda erlerin gücünü ve sözünü gördü.

Şeyh sordu: “Ey Bayezid, niyetin nereye? Gurbet dengini nereye götüreceksin?

Bayezid: “Erken vakitte Kâbe’ye niyetim var.”

Şeyh: “Peki! Yol azığın olarak neyin var?”

Bayezid: “İki yüz gümüş dirhemim var; işte elbisemin köşesine sıkıca bağlı.”

Şeyh: “Benim çevremde yedi defa tavaf et. Bunu Hac tavafından daha iyi say.Hak, beni kendi evine üstün tutmuştur. Kâbe onun lütuf evi ise de vücudum onun sır evidir. O evi yaptığından beri, ona gitmedi. Bu eve ise o Hay/ diri Hak’tan başkası girmedi. Madem beni gördün, Hakk’ı gördün; sadakat Kabe’sinin çevresini döndün. Bana hizmet, Allah’a itaat ve şükürdür; sanma ki Hakk, benden ayrıdır. Gözünü iyice aç, bana bak, böylece insanda Hakk’ın nurunu göreceksin.”

Bayezid, bu nükteleri anladı. Altın halka gibi kulağına taktı. Ondan dolayı Bayezid’in derecesi arttı; sonra ulaşan, son noktaya vardı.

(Celâlettin Rumi, Mesnevi, Hazırlayan: Adnan Karaismailoğlu, Yeni Şafak Kültür Hizmeti, 2004 Cilt 1, Sayfa 234-235)

ŞEYHİN EŞİNİ MİSAFİRLERE İKRAM ETMESİ!

“İmamüddin Abdulvahhab el-Barisini Allahu Teâla onu hicri yedi yüz on senesinde ululuk mertebesinin tahtına oturttu. O, peygamber (s.a.s)’den bu zamana kadar gelip geçen uluların on dokuzuncusudur. Bu zatların halleri kullukta bizim gibidir. Yerler, içerler, hasta ve tedavi olurlar. Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikâhlanırlar. Çocukları, malları, mülkleri olur. Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terk etmişlerdir. Artık ona bir daha geri dönemezler. Zevceleriyle sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha tekrar zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların ma’lumu olsun.

Onlar sünnete riayet etmede, nikâh hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikâhlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin.”

 (Nefahatu’l Üns, Evliya Menkıbeleri, Molla Camii, Sadeleştiren ve yayınlayan: Mehmet Şevket Eygi Bedir yay. 1971 1. Cilt, S. 42)

KADINLARI GÖZLEYEN ŞEYH!

“Bir gece hanımlarımdan biriyle baş başa kaldım. Onunla oynaşırken utanç yerine baktım. Arada birkaç gün geçtikten sonra şeyh Hazretlerini ziyarete gittiğimde, huzurunda birçok ilim adamları bulunuyordu.

Onlara dönerek sordu:

“Ey din âlimleri! Kadının utanç yerine bakmak hakkın da ne dersiniz?

Ben hemen cevap verdim:

“Efendim, bu konuda âlimlerin dediğini ben de aynen söylerim.”

Hâlbuki şeyh hazretleriyle aramızda uzun bir mesafe bulunuyordu.

Bunun üzerine sordu:

“Peki, sen hiç bakar mısın?”

“Hayır” dedim.

Şeyh, “Ama o gece?” diye sorunca utandım ve yaptığımı hatırladım.

Şeyhim sonra şöyle uyarıda bulundu:

“Kâbe’ye bakan yüzünü o gibi şeylere çevirip bakma! İnşallah.”

(El- İbriz, Abdülaziz Debbağ, cilt 1, S. 78, Demir kitabevi-1979)

ALLAH MÜRİTLERİNİ YAKMAYACAĞINA SÖZ VERMİŞ!

 “Müridim iyi olmadığı zaman, ben iyiyimdir. Rabbimin izzeti hakkı için, ben şarkta bulunduğum halde, elim devamlı olarak garptaki müridimin başı üstündedir. Eğer, onun bir ayıbını sezersem, doğudan elimi uzatır ve onu örterim. Rabbimin izzeti için, kıyamet gününde benim bütün müritlerim geçinceye kadar cehennemin kapısında duracağım. Zira Allahu Teâlâ müritlerimden hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi. Her kim, bana intisap ederse, onu kabul eder ve ona yönelirim. Kabirde hiç bir müridimi korkutmamaları için Münker ve Nekir meleklerini yakaladım.”

(Eşrefoğlu Rumi, Tam Müzekkin-Nüfus, S. 436 -Salah Bilici Kitabevi, İst-1979)

ALLAH’IN BÜTÜN YETKİLERİNİN GAVSA VERİLMESİ!

“Kutb-ul-İrşâd” olan zat, kendisi doğuda ve müridi batıda olsa, bulunduğu yerden o müridi terbiye ve irşat ederek “Vasıl-ı-ilallah” kılar. Onlar için, yakın veya uzak eşittir.

İkincisi, “Gavs-ul-Âzam”dır ki, bu da “Câmı-i Cihan ve Mutasarrıf-ı Âlem”dir.  Fakat “Kutb-ül Aaktâb”ın mülâzımı olduğu için tasarrufa karışmaz ve daima kendi hallerinde olurlar.

Üçüncüsü, “Kutb’ül Aktâb”dır. Yani, “Cami-i Âlem, Fe’ridü’z-zaman” ve “Sultan’ul Arifin Halifetullah” olur. Makamı şerifleri, hüviyette olduğundan bütün mahlûkat ve mevcudatın yemeleri içmeleri, oturup kalkmaları, kaza ve kaderleri, sözün kısası dünyada olun bitenlerin hepsi onun tasarrufu altında ve onun dilemesiyle meydana gelir. Nefs-i-sâfivye olmak, zikr olunan üçlere mahsus olup, nefs-i-şerifleri asıl sıfatını bulmuş ve onlar nefissiz olmuşlardır, iyi anla.”

(Mehmet Nuri Şemsüddin-el- Nakşibendi. Tam Mifah-ül- Kulub Kalplerin Anahtarı, S. 100-10,  Sağlam kitapevi, 1979)

ÖLDÜRME DİRİLTME OLAYI KUTBUN ELİNDE OLMASI

Celaliyye halinin zuhurunda, kendisinden habersiz olarak kahır yüzünden tasarrufa dair bazı alâmetler zuhur eder ve o ânda hasıl olur. Yani, o halde iken, bir kimseye, “Öl” demiş olsa, o saat ölüverir. Bir ölüye de, “İznimle kalk” demiş olsa, o saat diriliverir. Böylece, her ne söylerlerse, derhal oluverir

Cemaliyye halinin zuhurunda da, kendisinden habersiz olarak; kerem, lütuf ve ihsan yönünden tasarrufa dair her ne olursa, kendilerinden zuhur edecek söze göre derhal vücut bulur. O kadar ki, bir harfi bile kaybolmaz. Bu keyfiyyete de, “Tecelli-i Zat”ın ikinci mertebesi olan “Mustağrakiyn-i Fi-Zatillah” tâbir olunur.

(Mehmet Nuri Şemsüddin-el- Nakşibendi. Tam Mifah-ül- Kulub Kalplerin Anahtarı sayf 123-124 Sağlam kitap evi 1979)

ŞEYHİ RESULULLAH’TAN ÜSTÜN GÖRMEK

Sultan Velet buyurdu ki: Bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu. “Halis Mürit kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir. Mesela: Bir adam Beyazid Bistami’nin müritlerinden birine, “Senin şeyhin mi büyük, yoksa Ebu Hanife mi?” diye sordu. Mürit, “Benim şeyhim” diye cevap verdi. Nihayet o birer birer bütün sahabeyi saydı, fakat mürit yine şeyhinin hepsinden büyük olduğunu söyledi.

Sonra, “Muhammed mi büyük, senin şeyhin mi?” dedi. En sonunda, “Allah mı büyük, yoksa senin şeyhin mi?” diye sordu. Mürit, “Ben Allah’ı şeyhimle gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım.” dedi.

Başka bir müritten de, “Allah mı büyük yoksa senin şeyhin mi?” diye sordu. Bu mürit de, “Bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur,” dedi.

Ariflerden biri de, “Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki o farkı ortaya koysun.” demiştir. Nitekim             şöyle buyurmuştur:

“Allah görünmediği için peygamberler onun naibi olmuşlardır.

Hayır, böyle de değil.

Bu naiple, naibin, naipliğinde bulunduğu kimseyi ayırmak çirkin şeydir.

Burada ikilik yoktur.”

(Ariflerin Menkıbleri I – Ahmet Eflaki, S. 497-498, MEB Şark İslam Klasikleri, İstanbul 1995)

ŞEMSETTİN İÇKİ İÇERSE ONA HELALDİR!

Yine dostların olgunlarından nakledilmiştir ki:

Bir gün kıskanç fakihler inkar ve inatları sebebiyle Mevlana Şemsettin’den sordu:

“Şarap helal midir veya haram mı?”

Onların maksadı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı. Kinaye yolu ile şöyle buyurdu:

“İçse ne çıkar? Çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve denizi bulandırmaz. Bu denizin suyu ile abdest almak ve onu içmek caizdir. Fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. Böylece tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Açık cevap şudur ki, eğer Mevlana Şemseddin şarap içiyorsa, her şey ona mubahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kız kardeşi fahişe yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.”

(Ariflerin Menkıbeleri Il – Ahmet Eflaki, S. 72, MEB Şark İslam Klasikleri, 1953)

ARABİ’NİN GEÇMİŞ VE GELECEKTEKİ BÜTÜN İNSANLARIN SAYISINI BİLMESİ

Manevi ilimlerden başka maddi ilimlerde de pek ileriye gitmiş olan ve esasen tasavvufta müessirden ziyade eser üzerinde derinleşmiş bulunan Şeyh-i Ekber riyazıye ilminde de birçok yüksek keşif ve buluşlar sahibidir. Hatta onun bulduğu bir düstura göre, filan rakamın falan rakamla muamelesinden çıkacak olan rakam Hazret-i Âdem’den son insana kadar gelecek bütün beşer evladının sayısını vermektedir. Bu buluşa inanamayanlara ve artık bu kadarına hayali sayanlara karşı Şeyh demiştir ki:

“Beni Kızdırmayın, size Hazret-i Âdem’den son insana kadar gelmiş ve gelecek her ferdin çehresini bile çizerim!”

(Veliler Ordusunda 333, S. 296. BD yayınları, İlk basım 1948)

ÖLÜLERDEN YARDIM İSTEMEK

“Şimdi size bu mevzunun özünü arz edelim. Tekrar tekrar ele alıyoruz ki, duymadığınız mevzuyu size duyurmuş olalım. Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız ondan bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allahu Teâlâ’nın takviye ettiği ruhaniyet kaldı. Kutsi ruh bu işi yapıyor. Yardım isteyene yetişen işte bu ruhaniyettir. Hayatta da olsa, kabir de de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.”

(Ömer Öngüt, Nur-i Muhammedi, S. 193 -194 Hakikat yayıncılık)

ŞEYHİN MÜRİDİ DEYİNCE BIRAKIYORLAR!

Necmeddin-i Kübra şeyhin selam vermesini beklemeye koyuldu. Ayaktayken ona bir hal geldi. Gördü ki, kıyamet kopmuş, orada cehennem, insanları tutup tutup ateşe atıyorlar. O ateşin etrafında bir tepe var. Bir şahıs da o tepenin üzerinde oturmuş. Her kim o şahsı göstererek. Ben bu zata bağlıyım derse onu bırakıyorlar. Cehenneme atmıyorlar.

Derken birden Necmeddin-i Kübra’yı da tutup çekiyorlar. O “Ben de o zata bağlıyım.” diyor. Bunun üzerine onu bırakıyorlar. Necmeddin-i Kübra o tepenin üzerine çıkıyor, bakıyor ki o zat Şeyh Ruzbehan’dır. Huzuruna gidip, ayaklarına kapanıyor.

Şeyh: Bir daha hakikat ehlini inkar etmeyesin diyor ve onun ensesine kuvvetli bir sille vuruyor. Necmeddin’i Kübra yere düşüyor, yere düşünce gözlerini acıyor bakıyor ki şeyh namazını tamamlamış selam vermiş, Necmeddin-i Kübra , şeye yaklaştı, O’na hürmet etti. Şeyh efendi manada olduğu gibi açıktan da ensesine bir sille attı ve daha önce söylediği sözü tekrarladı: “Necmeddin Kübra kendini büyük görme!” O an, maneviyat ulularını beğenmeme hastalığı Necmeddin’i Kübra’nın içinden çıkıp gitti.

Şeyh Efendi ona: Geri dön! Şeyh Ammar’ın hizmetine gir dedi. Şeyh Ammar’a verilmek üzere bir mektup yazdı, Necmetddin-i Kübra ile gönderdi.

Mektup da şunlar yazılıydı: “Her ne kadar bakırın varsa, bana gönder, onları halis altın edeyim, yine sana yollayım.”

(Mahmut Ustaosmanoğlu, İrşadü’l Müridin, S. 183, Yasin yayınları)

ŞEYHİN İLAHLAŞTIRILMASI

“Benim şeyhim ismi Abdullah’dır. O bu âlemde, “Gavs-ı Azam” makamındadır. Ben bu cihanda ondan başkasını bilmem. Varımı cismimi, canımı, her şeyimi ona feda ettim. Sende her şeyini feda etki Hakka gidelim ve Cemali Ba kemale erelim.”

 (Mahmut Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan, c. 2, S. 86

“Eğer sen, bir şeyhe bağlanmadan bin sene kendi başına Allah’a kavuşmak için inleyip dursan, böylece O Mevla Teâlâ’yı bulman mümkün değildir. Sen, o padişahlar padişahı olan Mevla Teâlâ’yı, onun aynası mesabesinde olan kamil insandan gözet. O kamil insanın gönlüne girerek, Mevla’ya varan yolu bul. Hemen onlara gönül bağlayıp ( rabıta edip) Hakka gidelim.”

(Mahmut Ustaosmanoğlu, Ruhu’l-Furkan, c. 2, S. 81)

***

Tarikat ve tasavvuf kitaplarından bu kadar kaynak göstermeyi yeterli sayıyorum. Zira buna benzer sapmaları, akıl ve İslam dışı inanışları anlatmaya kalksak ciltlerle kitap olur. Bu açıdan burada makalemi şu muhteşem ayetlerle bitirmek istiyorum:

“Kitabın indirilmesi mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır. / Şüphesiz biz o Kitabı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et. / İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer, 1-3)