Hemen şunu söyleyeyim ki, bir önceki “Devletin en önemli fonksiyonundan biri üzerine” isimli makalem kendisinden önceki “Devlet nedir ne değildir” yazımın devamı olduğu gibi şimdiki bu yazı da kendisinden bir önceki “Devletin en önemli fonksiyonundan biri üzerine” adlı makalemin devamı niteliğindedir. Bu sebepten konunun bütünlük içerisinde anlaşıla bilmesi için sevgili okurların bu 3 makalenin hepsini okumaları veya dinlemeleri daha da verimli olacaktır.
Şimdi başlıktaki sorunun cevabı sadece bizim İslam tarihi ile ilgili bir olay değildir. Zira bizden önceki Hristiyan, Yahudi hatta eski Yunan veya diğer toplumlarda da benzer sorunları görmek mümkün. Benzerine sıklıkla rastladığımız şu durumu ise böyle formalize ede veya tanımlaya biliriz. Tarih boyunca dinlerin veya inanç sistemlerinin devamlılığı için ihtiyaç duyulan ilim veya öğretim kurumları iyi niyetler ile işe koyulsalar da devam eden süreçlerde ya siyasi güç odakları ile çıkar ilişkilerine girmiş ya da o güç merkezlerinin emrine amade hale gelmişler. Bu ise o inanç sistemlerinin kendi temel kaynaklarından uzaklaşmasına sebep olmuştur. Maalesef bu acı gerçeğin ise Türkiye dahil İslam dünyasının genelinde devam ettiği görülmektedir. Ancak burada önemli olan mesele; güç odaklarının inanç sistemleri üzerinden kurguladıkları yöntemler ile toplumların karakteristik özelliklerini şekillendirme çabalarıdır. Evet, kurgulanan bu yöntem ve projelerin ilk belirtileri dinin yozlaştırılması ile toplumların cahilleştirilmesi biçiminde açığa çıkıyor. Yani tarihin asker dönemlerinde olduğu gibi bilinçli bir toplum güç odaklarının işine bir türlü yaramamış ve yaramamaktadır. Kısacası, güç odaklarının kendi varlıklarını sürdürmek için kullandıkları bu ilk yöntemin adı; din üzerinden toplumları cahilleştirme projesidir.
Bu alanda tarihi tecrübenin veya ortak tarih aklının ortaya çıkardığı ikinci yöntemin adı ise toplumların fakirlik ve ihtiyaçlar üzerinden dizayn edilmesi projesi olarak isimlendirile bilir.
Bu noktada da karşımıza çıkan en vahim durum yine din tandanslı “kaderimiz buymuş”, “kadere isyan etmeyin”, "halinize şükredin”, “fani dünyanın var, devletine kanmayın” gibi söylemlerin kendi bağlamlarından veya zemininden kopartılarak toplumların miskinleştirilmesi maksadı ile kullanılan enstrümanlara dönüştürülmesidir. Hatta bugün bile Türkiye’mizde cirit atan din tüccarı bazı kesimlerin duygusal menkıbeler, şiirimsi yöntemlerle süslendirilmiş anlatımların etkileyici fon müziği eşliğinde TV, Radyo veya sosyal platformlarda sıkça boy göstermesi de bir yönü ile bu projenin bir parçasıdır.
Yine tarihi tecrübe ve günümüz dünyasında yaşananlardan hareketle bu yöntemlerin üçüncüsünü inanç üzerinden toplumların kutuplaştırılması olarak adlandıra biliriz. Zira toplumları ve hatta tüm insanları birleştirme misyonunu temel prensipleri olarak taktim eden inanç ve din sistemleri maalesef çoğu zaman bu amacın tersi yönde işlev görmektedir. Ne acı ki, bu vahim gerçeğin en belirgin örneklerini sadece diğer İslam ülkelerinde değil Türkiye’mizde bile göre bilmekteyiz. Burada hem dini hem ahlaki, en hukuki yönden, hem de toplumsal menfaat cihetinden dikkat edilmesi gereken husus ise; inancı toplumsal kutuplaşmaya alet etmenin tarihi bir vebal veya cinayet olduğudur. Çünkü menfaat veya çıkar üzerinden kutuplaşan taraflar kolaylıkla orta yolu bulma imkanına sahipler ve onların kutuplaşmaları en kısa zamanda beraberlik ve birliğe dönüşe bilir. Lakin din ve inanç üzerinden kutuplaşan veya kutuplaştırılan toplumların arasında oluşmuş husumet ve düşmanlıklar ise hem çok zor izale edilmekte hem de tedavisi uzun yıllar almaktadır. Söylemesi ve hatırlatması bizden…