Dün, 8 Temmuz’da Çorlu’daki tren kazasında babasıyla birlikte vefat eden Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra ile görüştüm. Arda ve babası Hakan Sel adına Yalova Belediyesi tarafından yapılan parkın açılışına geldi. Âile büyükleri de oradaydılar. Evet, yaşıyorlar, ayaktalar ama sürekli, yavrularını alıp götüren ve geri getirmeyen kara trene sessiz ve asilce ağıt yakıyorlar. Hem yavrusunu hem yavrusunun yavrusunu Uzunköprü’de toprağa veren Remziye Hanım, “Sürekli mezarlığa giderek rahatlıyoruz.” dedi.
Mısra’yı, gençlik yıllarımda İstanbul’da bir kaç kere görmüştüm. Çok sevip saydığım bir hocamın yeğeni. Parkın açılışında kısa bir konuşma yaptı. Hazır bulunanların gözyaşları, yağmura karıştı.
Mısra, kazâyı nasıl haber aldığını, Çorlu’ya gidişini anlattı. Önce konduramamış ama 10 ölü dendiğinde hissetmiş.
Kazâ bölgesine gitmelerine izin verilmeyince su götüren bir arabaya atlamış. O araba da bir yerde durdurulunca bir traktörü çevirmiş. “Kazâ yeri, mahşer gibiydi.” diyor. Oğlunun üzerindeki kıyâfetleri söyleyince görevli, “Hastaneye gidin!” demiş. Bizim oralarda, “Ana olacağına duvarda taş ol, daha iyi.” derler. Mısra, altı kilometre yolu gerisin geriye, çamura bata çıka, koşar adım yürümüş. Hastaneye ulaştığında ise bir sinir krizi geçirmiş. Sonrasını hatırlamıyor.
Arda’nın arkasından hayır işleri yaparak teselli bulan Mısra, oğlu adına bir dernek açmanın hazırlığını yapıyor. Onu teselli edecek bir şey daha var: Adâletin tecellisi. 25 kişiyi öldüren ihmâller zincirinin araştırılmasını, sorumluların hesap vermesini istiyor. “Siyâseti sevmiyorum. Sâdece adâlet istiyorum.” diyor. Oysa adâlet istediği için siyâset yaptığını düşünen ruhsuzlar var. Mısra, tam bu noktada önemli bir şey söyledi:
“Film, dizi ve haberlerdeki şiddet, toplumu duyarsızlaştırdı. Acılar umursanmıyor.”
Daha evvel yaptığı bir açıklamada ise çok mühim bir soru sormuştu:
"O koltuklarda hâlâ nasıl oturabiliyorlar? Başka ülkelerde bu tür olaylar yaşandığı zaman bakanlar, istifa ediyor.”
Ortada ciddî bir kurumsal ihmâl olduğunda kurumun başındaki kişinin istifa etmesini beklemek, son derece normaldir. Hattâ beklemeye gerek kalmadan hemen olmalıdır ama bizim ülkemizde başarısız bürokratlar, koltuklarına kene gibi yapışıyorlar. İyi biliyorlar ki bir kere bıraktılar mı koltuk da onları bırakır. İkbâl biter. Unutulur gider. Evinde salonun bir köşesindeki koltukla makam koltuğu aynı mı?
Koltuksuz, makam arabasız, korumasız yaşayamayanlar, daha aşağı makamlara râzı oluyorlar. Bu yüzden ileride yaşanacak protokol krizlerinin nasıl aşılacağının derdine bile düştük. Eski bakanlar, görev sırasında gittiği şehrin girişinde kendisini karşılayanların makamından daha aşağı makama râzı oluyorlar. Yeter ki koltuk olsun. Yeter ki makam arabası olsun. Yeter ki önünde eğilsinler.
Mısra, “Benim başıma gelen sizin de başınıza gelebilir.” diye uyarmıştı. Haklı çıktı. Ankara’daki kazâda 9 kişi öldü. Hatâlı bulunan 3 kişi tutuklandı. Yine istifa eden yok. Anneler, evlâdı olmadan yaşıyorlar ama sorumlular, koltuksuz yaşayamıyorlar.
Peki, gerçek suçlu kim?
Düşündün taşındım, suçluyu buldum. Daha doğrusu Kemal Sunal’dan rol çaldım. Suçlu koltuk! Bir türlü bırakılamayan makam koltuğu!
Ne iddiânâme ne kamu dâvâsıyla vakit kaybetmeyelim. Tren raylarının üzerinde bir makam koltuğunu yakalım, bu iş kapansın!
Sabah, yazıya nasıl gireceğimi düşünürken İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamasını okudum. "Bir tâne okulun etrâfında uyuşturucu satıcısı görün, istifa etmeyen Süleyman Soylu, nâmerttir ve alçaktır." demiş. Güldüm; “Demek ki etmeyecek.” dedim.
Görev süresi dolunca bile bunalıma girilen; hatıraları yazmanın, tâtile gitmenin veya balık avlamanın eziklik kabul edildiği bir ülkede koltuğu bırakmak kolay mı? Meclis’e gidip eski bakanlarla çay kahve iç; yanından fırtına gibi geçen yeni bakanları seyret! Yok yok, olacak iş değil!
Ankara’da devlet dâirelerinde bâzı memur koltuklarının üzerinde isimler yazılıdır. Yerleri değişince koltuklarını da götürürler. Basit bir memur koltuğu bu kadar değerliyken üst düzey bürokratların ve bakanların koltuklarını düşünemiyorum. Acaba görev süreleri dolunca gizlice sarılıp öpüp, “Canım koltuğum! Ben seni bırakmadım. Bizi ayırdılar!” falan diyorlar mıdır?
Trenler karardıkça, anneler ağladıkça o koltuk daha da değerleniyor.
Ne dersiniz, rayların üzerinde yakalım demekte haksız mıyım?