Biz dünyanın en köklü milletlerinden biriyiz. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, Mağrip’ten Maşrık’a kadar izimiz, ünümüz var. İnsanlık tarihine bıraktığımız pek çok da hatıramız var. Disiplinli, saygılı, görgülü bir millet olarak biliniriz. Ancak ne olduysa oldu ve kanımıza kim girdi ise girdi de uzun yıllardan beri bir atalet, bir vurdumduymazlık, bir savurganlık, bir nemelazımcılık, bir adamsendecilik, kısacası bir boş vermişlik var üzerimizde. Tertibi düzeni bıraktık, çalışma azmimiz kırıldı, okuyup araştırma, ilim peşinde koşup insanlığa hizmet etme arzumuz yok. Mal ve para hırsı, köşe dönmecilik, kolaycılık, adam kayırmacılık, kandırmacılık revaçta. İnsan sevgisi kendimizi sevmekten ibaret, çevre duyarlılığı yok denecek kadar az, şehirleşme ise adeta görgüsüzlükten ibaret.
Kısmet oldu, harap olmadan önce Ortadoğu ülkelerinin önemli bir bölümünü, baştanbaşa Orta Asya’yı, Moğolistan’ı, Balkanları, Orta Avrupa ülkelerini, Almanya ve Fransa’nın bir bölümünü gezip görebildim ve bu gezilerimle ilgili notlarımı Modern Seyahatname adıyla da kitaplaştırıp yayınladım.
Şimdi yine yapılıyor mu bilmiyorum ama lise yıllarında bize, “Çok okuyan mı bilir çok gezen mi” gibi münazara konuları verilir ve tartışıp notlar alırdık. Çok okuyan elbette çok bilir ama bunları teoriden pratiğe dönüştürmek için bir de gezerse çok çok daha bilir! Sözünü ettiğim kitabımda yeri geldikçe değindim, davet edildiğim radyo ve televizyon programlarında da sık sık vurguladığım bir konu vardı: Çevre ve Şehircilik!
Şehirleri gösteren meydanlarıdır. Gördüğüm ve bildiğim kadarı ile Türkiye’de “Şehir Meydanı” diyebileceğimiz meydanlar oldukça sınırlı ve hemen hepsi de örnek olarak vereceğim diğer ülke meydanlarının yanında adeta devede kulak olarak kalacak nitelikte.
“Modern şehir” dediğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara’da ne yazık ki hiç ama hiç meydan yok. “Meydan”olarak adı geçen Kızılay ve Tandoğan (Şimdi Anadolu Meydanı) yalnızca birer yol kavşağı ya da dört yol ağzı durumunda. İstanbul’un Taksim Meydanı ise yapbozlarla beton yığınına dönüştürüldü ve ruhsuz bir heyula gibi duruyor. Orada sembolleşen anıt da olmasa insana heyecan veren hiçbir yanı yok. Son yıllarda siyasi şovlara sahne olan Kazlıçeşme ve Maltepe parkları ya da meydanları ise ancak mitinglerle adlarını duyurabiliyor.
Gezip gördüğüm yerlerde ilk hayran olduğum meydan İran’ın İsfehan şehrinde bulunan Nakş-ı Cihan Meydanı idi. İçinden tren geçmeyen, çarşı kurulmayan, işportacılara sergi açtırmayan, yalnızca halka açık 90.000 metre karelik bir meydan. Havuzları, yürüme yolları, oturup gölgelenme alanları, çevresinde sosyal tesisler, kapalı çarşı vb. yapılanmalar. Şah Abbas döneminin eseri olan bu eşsiz ve devasa meydanın en büyük özelliği ise bence 1600 yılının başlarında, yani bundan tam 400 yıl önce hizmete girmiş olması. O zamanın şehircilik anlayışına bakın bir de günümüzün heyula, ucube yapılanmalarına.
Moğolistan’da Cengiz Han, Azerbaycan’da Devlet Bayrağı, Özbekistan’da Timur, Recistan, Tiyatro meydanları da ilk aklıma gelenler. Hepsi de halka açık, hepsi de alabildiğine büyük. Bizde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ya da devlete, askeri tesislere yakın yerlerden geçmek sıkıntı verir ama mesela Moğolistan’daki Cengiz Han Meydanı adeta Parlamento binasının avlusu gibi. Herkes rahatlıkla girip çıkıyor, gelin ve damat adayları meydandan geçerek binanın hemen girişinde bulunan heykelin önünde resim çektiriyor, kazanılan bir sportif başarının kutlamaları orada yapılıyor ve binanın altında bulunan milli müze rahatlıkla gezilebiliyor. Bütün bu ülkeler sözde bize göre çok geriler ama Nakş-ı Cihan örneğinden yola çıkarak diyebilirim ki şehircilikte bizden 400 – 500 yıl öndeler. Bu durumda da oraya buraya durmadan geziler düzenleyen belediye başkanlarımızın amaçlarının ne olduğunu sorgulamak hakkımız olmalı.
Gelelim çevre konusuna…
Şehircilik ve çevre birbirinin ayrılmaz parçası. Köyler, kasabalar, dağlar, tepeler, piknik alanları için de çevre duyarlılığı çok önemli ama işin içine şehir girdiği zaman çok daha önemli hale geliyor. Tabii, “Çevre ve Şehircilik” adını taşıyan bir bakanlığımızın da olmasına rağmen şehirlerimizin haline bakarak oturup da ağlamamız lazım; orası ayrı konu!
Ruhsuz, zevksiz, ucube binaların yapı ruhsatlarını ve oturma izinlerini verdikten sonra “İstanbul’a, Ankara’ya, Bursa’ya, şuraya buraya ihanet ettik” demek kimseyi aklamaz ve gelecek nesillerle, üzerinde yaşadığımız vatan toprağı bize lanet eder. Beldelerin, şehirlerin tarihinde önemli bir yeri ve hatırası olan binaları yıkıp TOKİ ya da MÜTEAHHİTLER vasıtasıyla beton yığınlarına dönüştürmek, şehirlerin çevresinde bulunan mümbit arazilere siteler kurmak iş değildir. Devletimiz ve belediyelerimiz bu konuda gerçekten ihanet içindedirler.
Gelelim, “En-nezafet-i minel iman = Temizlik İmandandır” düsturu olan Müslüman milletimizin ihanetine… Yollarda sokaklarda, piknik yerlerinde, hatta evlerimizin önünde gördüğümüz pislikler kimin ya da kimlerin eseri? Arabasında içtiği suyun, kolanın şişesini, sigara izmaritini, hatta dolu küllüğünü yollara savuran vatandaş, sen kimsin? Piknik alanlarını çöplüğe, akarsu ve göletleri, hatta denizleri pisliğe boğanlar nereden geldiler? Ya inşaat artıklarını, fabrika atıklarını olur olmaz yerlere dökenler, dökülmesine göz yumanlar?
Bu konularda çok dertliyim ve sayfalarca yazabilirim ama görünüşte bize göre çok geri durumda olan iki ülkeden misal vermeden geçemeyeceğim. Biri, Soydaş, dost ve kardeş ülke Özbekistan… Başkent Taşkent’in tam ortasından ırmak büyüklüğünde bir su kanalı geçiyor. Çevresinde parklar, bahçeler, yürüyüş yolları, evler vb. O devasa kanal boyunca özellikle 500 metre kadar yürüyerek baktım, baktım… Yani -bizde olduğu gibi- bir pet şişe, bir gazete parçası, bir çöp arıyordum anlayacağınız ama yoktu, gerçekten yoktu; hayıflandım, Türkiyemizdeki rezaleti düşünüp kahroldum.
İkinci örnek, Başkent Ulanbatur dışında adeta 1000 – 1500 yıl önce Hun, Uygur, Göktürk atalarımızın yaşadığı bozkır hayatını yaşayan, çadırlarda kalan, büyük ve küçükbaş hayvanlarını otlatan insanların yaşadığı Moğolistan’dan… Ötüken’i, Orhun’u, Selenge’yi, Mete Han, Kutluk Bilge Kül Kağan, Bilge Kağan ve Kültigin’le Tonyukuk’un hatıralarını barındıran bu ülkede istisnalar dışında nerede ise yol bile yok. Herkes bir iz bulup bir yerlere gitmeye çalışıyor ama o uçsuz bucaksız bozkırlarda ve çöllerde insanlardan kaynaklanan bir çöp, bir poşet, bir pet şişe atığı yok. Neden dersiniz?
İşte cevabı… Dört çeker bir Japon arabası ile bozkırlardan, çöllerden geçerek ecdat hatıralarından bir yerleri görmek için seyahat ederken, arkadaşlarımızdan biri aracın kelebek camını açarak elindeki kâğıt ya da poşet parçasını atmaya yeltenmişti ki, ekibimizin “Camoka” adını verdiği o cahil Moğol şoför ani bir refleksle kolunu yakalayarak işaret diliyle “atamayacağını”anlattı.
Hepimiz çok ama çok utanmıştık…