Yazılacak o kadar konu ve memleketin bin bir türlü derdi varken uğraştığımız işe bakın ki, devletimizin kurucusu ve aslında onulmaz bir alerjiye tutulanların velinimeti olan Atatürk’e dil uzatanlar ve O’nu yok saymaya çalışanlarla vakit öldürüyoruz. Kısacası, şeytan taşlamaktan işimize bakamıyoruz!
Onların “velinimeti” diyorum çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulmasa idi ve şayet yine hep birlikte yaşıyor olsa idik kim bilir ne halde olacaktık? Atatürk’ün başlattığı kurtuluş hareketi başarıya ulaştı, yok sayılan Türk Milleti ayağa kalktı. Sonunda da modern Türk devleti kurum ve kurulları ile canlanınca milletimiz kölelikten kurtularak şahsiyetine kavuştu, kimlik sahibi oldu. Getirilen demokrasi en çok da Atatürk’ü ve başlattığı Milli Mücadele’yi eleştirenlerin işine yaradı ki hepsi bey oldu, mevki – makam sahibi ya da devlet imkânlarını kullanarak zengin oldu.
Bazı kalın kafalı sözde “Atatürkçüler”le sözüm ona “sosyal demokratlar”, menfaatperest “liboşlar” ve “sanatçı” geçinenler değirmenlerine su taşısalar da egemen olan zihniyetin baştan beri duçar olduğu “Atatürk Alerjisi” son zamanlarda okumuşundan cahiline kadar sistemli olarak yaygınlaştı, yaygınlaştırıldı. Öyle ki bu alerjiyi yapan virüs Korona’dan daha tehlikeli ve sırlarla dolu olmalı ki kimse çaresine bakmıyor, aşı geliştirmek ve ilaç bulmak için uğraşmıyor. MHP’nin bu konuda ele gelir, dişe dokunur bir tavır koymasını beklemekten ise gerçekten yorulduk, usandık.
Mesela üç buçuk yıl öncesine kadar mensubu olduğum ve yaptığım çeşitli görevlerden sonra izzet-i ikbal ile yaş haddinden emekli olduğum TRT! Artık raydan çıkıp yayıncılığın okulu olma özelliğini kaybettiği için 2019 yılı Haziran ayında “TRT’de Neler Oluyor Ya da TRT Bir Okuldu, Şimdi Bu Okula Ne Oldu?” başlıklı bir yazı yayınlamıştım. O güne kadar olanlar ve gelecekte de olacak olanlar o yazının konusu idi. Sonra birkaç yazı daha yazmıştım ve artık o konuya girmek istemiyordum ama “Bu kadar da olmaz ki” dedirten saçmalıklar yapmaya devam ettikleri için gel de yazma be kardeşim, gel de yazma!
TRT’nin, en son 19 Mayıs 2020 günü aynı fonu kullanarak bir değil, iki değil ve bir iddiaya göre tam üç programda “19 Mayıs Cumhuriyet Bayramı’nı Kutlaması” (!) olacak iş değil. Bu hatayı bırakın teknoloji yoksunu amatör mü amatör, ilkel mi ilkel bir TV kanalını, evde televizyonculuk oynayan iki – üç yaşındaki çocuklar bile yapmaz. Dolayısıyla bir zamanlar “TRT Bir Okuldur” dediğimiz ve herkes tarafından da öyle kabul edilen bu kurumu bu hale getirenler utanmayacak ve hâlâ o işin başında oturmaya devam edeceklerse ben ne diyeyim, derdimi kime arz edeyim?
Köklü bir kuruluşun bu hatayı yapması mümkün olmayacağına, olamayacağına göre akla kasıt ve ihanet geliyor. Kaldı ki bu hata ya da kasıt yalnızca TRT ile sınırlı kalmadığına göre organize bir tezgâhı düşünmek de mümkün. Bir arkadaşın gönderdiği metinden anlaşıldığına göre aynı gün AKP’li Giresun Belediyesi de şöyle bir açıklama yapıyor:
“19 Mayıs Ulusal Egemenlik Çocuk Bayramı kutlama etkinlikleri kapsamında bu akşam Giresun Kalemizden havai fişek gösterisi sunduk. Bu anlamlı günümüz bir kez daha kutlu olsun!”
Boşta kalan futbolcu Arda Turan eksik kalır mı? O da “Herkese merhabalar… Mert Koleji’nin Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorum” diye sesli bir mesaj yayınlıyor.
Ali Baki Çatal isimli eğitimci arkadaşım peş peşe gelen bu “hata” ya da “ihanet” davranışlarının sebebi olarak üç madde sıralıyor:
1-Son yıllarda okullarımızda gerekli eğitim ve öğretim verilmediği için milli konularda şuurlanma yok.
2-Yine son yıllarda bayram kutlamalarına gereken önem verilmiyor.
3-Çeşitli kurum ve kuruluşların başına milli şuurdan yoksun kişiler atanıyor.
Elbette hepsi doğru ve o zaman da akla gelen şu: Bütün bu olup bitenler istemli bir çalışmanın (projenin) eseri!
Bu arada sosyal medyada dolaşan esprileri de unutmamak lazım:
*TRT’ye güvenip kurbanlık almaya kalkmayın; bugünlerde Ramazan Bayramını kutlayacağız!
*Arda Turan 23 Nisan’ı, TRT 29 Ekim’i, biz de 19 Mayıs’ı kutladık; hem de aynı gün!
Mesele yalnızca bayram ismi konusu ile sınırlı da değil tabii. Koskoca devletimizin koskoca
Kültür ve Turizm Bakanı “Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u işgal ettiği zaman” diye beyanat verebiliyor, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Tıp Fakültesi’nden mezun olan “doktor” kisveli bir cehalet timsali, “19 Mayıs’a Bayram diyen şerefsiz ve şahsiyetsiz din düşmanı zihniyeti kınıyorum” diye içindeki cerahatı dışa verebiliyor. Ve ey cahil, ey öküz! 19 Mayıs 1919’da başlatılan o yürüyüş olmasaydı ne din kalacaktı bu topraklarda ne de sen; bunu da mı akledemiyorsun?
Tabii, TBMM’de “Anayasa Komisyonu Başkanlığı” da yapmış olan ve “Anayasa Profesörü” gibi şaşaalı bir unvanı olan Burhan Kuzu bile 19 Mayıs için Atatürk’ü değil de İngilizlere sığınan Vahidettin Efendi’yi öne çıkaran bir tweet atıp tepkiler üzerine çark etmeye kalktıktan sonra hani doktor efendi biraz masum kalıyor diyebiliriz ama iş öyle değil. Mustafa Armağan diye sicilli Atatürk düşmanı biri de Vahdettin’i ön plana çıkaran açıklamalar yapmış. (Anti parantez, Armağan için sosyal medyada rastladığım bir yorumu da aktarmalıyım: “Tarihçiliğin bedevisi!”)
Ne imiş efendim, “Mustafa Kemal’i Samsun’a Vahdettin göndermişmiş!” Ama kimin vizesi ile ve ne için? Devletine sahip çıkamayan ve payitahtı işgal altında olan Vahidettin’in elini kolunu bağlayan İngilizlerin vizesi ile ve o bölgede baş gösterdiği söylenen isyanları bastırmak üzere! Sonra da zaten Vahidettin İngiliz gemisine binerek kaçıp gidecekti. Derken şaibeli havuz medyasının amiral gemisi olan Sabah Gazetesi’nde “Adım Adım Zafere” başlığı ile verilen bir resim. Ama o da ne? Ülkemizi ve milletimizi adım adım zafere götüren kahramanların sağında ve solunda ihanet timsali iki kişi: Vahidettin ve Damat Ferit! Sanırsınız ki İstiklal Savaşı’nı onlar başlattılar ve sonra da “tevazularından” dolayı terk-i diyar ettiler!
Hani, “Dert bir olaydı ağlamak kolaydı” ya da o güzelim halk türküsünde ifade edildiği gibi “Dert bir değil elvan elvan/ Takatsız kalmışım yayan/ Bir derdime bin dert koyan/ O yar beni pareleyen!..”
Bizi pareleyen yar ise derdi ile dertlenip kendimizi unuttuğumuz vatanımız, milletimiz. Gelin görün ki vatanını milletini, mensup olduğun soyunu sopunu sevmek de suç sayılıyor bu memlekette. Yine “VIP” umre turlarına konuşmacı olarak katılan ve “Profesör” titri taşıyan biri televizyon kanallarının birinde hem de İftar programında çıkıp tam bir siyasetçi edasıyla celallenerek “Türkçülük haramdır” diyebiliyor. Hiç kusura bakmasın, Türkiye Cumhuriyeti’nin okullarında okuyup Profesör unvanını da almış ama Türkiye’de Türklüğün bir kültür birliği olduğunu anlayıp kavrayamamış, Ne Mutlu Türk’üm Diyene hitabının sırrına erememiş. Aynı profesör yine aynı kanalın sahur programında bu defa “Resmi nikahları kıyılıp dini nikahları kıyılmayanlar için!” sanal ya da online nikah kıyıyor! Ben de ona diyorum ki, öyle bir nikâh işlemi baştan sona bid’attır, bid’atın dik’alasıdır ve hem de akıbeti kötü olan “Bid’at-i Seyyiedir” , haramdır Sayın Profesör! Bundan da haberin var mı? Ayrıca “Resmi nikâh – dini nikâh” diye de bir ayırım yoktur. Nikâh nikâhtır. Asıl olan o nikâha şahitlik edenlerin bulunmasıdır, o kadar!
“Organize” ve “Sistem dâhilinde” dediğim işte bu… Bu zihniyet ve bu anlayıştır ki hem dinimizi hem milliyetimizi sarsmak, yıkmak için olağanüstü gayret gösteriyor. Bu kişiler Ayetleri Hadisleri kendi kafalarına göre yorumlarlar, akletmeyen, düşünmeyen ve kendileri içten ve samimi olarak “Allah” diyerek okuyup araştırmak yerine işin kolaycılığına kaçıp bunların peşine takılan insanımızın sırtından geçinmeye devam ederler. Mademki “Hadis Profesörü”sün, “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz” diye bir Hadis-i Şerif olduğunu da bilmen gerekir. Bilmiyorsa ya da bilmeyenler varsa detay verelim:
Sahabeden Vasile b. Eska anlatıyor:
*Hazreti Peygamber’e, kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı diye sordum, şöyle cevap verdiler:
*Hayır! Asabiyet/Irkçılık; kişinin kendi kavminin yaptığı zulme yardımcı olmasıdır.
(Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-zevaid, 6/244)
Konu böyle anlatılırsa kimse bir şey diyemez ve tarih boyunca Türk Milleti her zaman ve daima mazlumların yanında olduğu için de kimse ırkçılıkla ve zulüm yapmakla suçlayamaz. Bir profesör, bir siyasetçi bütün bunları bilerek ve ağzından çıkan bir lafın nereye varacağını, kaç çam devirip kaç gönül yıkacağını bilerek konuşmalıdır.
Tepkiler üzerine Sayın Profesörün biraz çark ederek milliyetçiliğinden dem vurup “Doğu Türkistanlı ve Özbek gelini olduğunu” açıklaması ise bana gençlik yıllarımızda lisede bir sarkıntılığa adı karışan ve Türk Ülkücüler Teşkilatı olarak sahnelemek istediğimiz oyun için okul salonunu vermek istemeyen lise müdürünün, Burdur Valisi Ömer Naci Bozkurt ve Bucak Kaymakamı Güner Orbay’ın ikazları üzerine bizi kabul ederken babasının mı dedesinin mi “hoca” olduğunu anlatıp günah çıkarmaya kalkmasını hatırlattı. Ben de o müdüre, “Babanızın ya da dedenizin hacı hoca olması bizi ilgilendirmez” demiştim.
Kim söylemiş, nasıl söylemiş, nerede ne için söylemiş önemi yok; hani, “Türk olmak zordur, çünkü dünya ile savaşırsın. Türk olmamak daha da zordur, çünkü Türk ile savaşırsın” diye bir söz var ya; gerçekten de öyle değil mi?
İşimiz zor ama yılmak yok. Yazacağız, okuyacağız, çalışacağız, mücadele edeceğiz ve başaracağız.
Ne Mutlu Türküm Diyene!